31 Aralık 2010 Cuma

Yeni Yıl ve Eskiyen Biz



Aslına bakarsanız, yeni yılın neden ve niçin delice kutlandığına yıllar boyu anlam verememişimdir. Ne olmuş yani yeni yıl olmuşsa? Bir yıl yaşlandığımız için bu kadar delicesine sevinmek neden? Bilmiyorum.

Bildiğim tek şey her yeni bir yılda biraz daha yaşlandığımız. Evet, yaşlanıyoruz. Bu matematiksel bir olgu değil, ruhumuz yaşlanıyor. Mesela benartık biraz daha göbekleniyorum, sakallarım eskiden tek tük çıkarken şimdi 3 günde bir traş olmak zorunda kalıyorum. Daha ağır hareket ediyorum, eskiden beni hareketlendiren şeylere şu anda daha az tepki veriyorum. Daha kolay sinirlenmeye başladım, tahammülsüzlüğüm her geçen gün artıyor.

televizyonların son dakika olarak geçtiği o çılgın eğlenceler, sokaklardaki tüm ışıklı gösteriler, çam ağaçları, birbirinden renkli yılbaşı süsleri sadece birer varlık olarak geliyor bana. Yaşar Kemal'in ince memed(4) eserini okuyarak giriyorum yeni yıla. Yeğenimin tüm gülücükleri ancak bir tebessüm izi bırakıyor suratımda, ve her tebessümümde biraz daha kırışıyor cildim, biraz daha yaşlanıyorum. Ve çocukken kurduğum binlerce hayalin birer birer benden uzaklaştığını görüyorum, ama yine de tebessüm ediyorum 7 yaşındaki yeğenime. " hadi tombala oynayalım " diyor, oynuyoruz. Torbadan rakamların her çıkışında biraz daha uzaklaşıyorum bu dünyadan, biraz daha yıkılıyor umutlarım, biraz daha uzaklaşıyor hayallerim. Hatta imkansızlaşıyor..

Sokaklarda çılgınca koştuğum o deli günler geliyor aklıma. Dut ağacına tırmanırken düşüp yaraladığım dizim sızlıyor, ama sadece sızlayan dizim değil, yüreğim de ona eşlik ediyor. Anıların birer hançer gibi saplanacağı başka gün yokmuş gibi, insanların deli gibi içki içip eğlendiği bir günde gelip buluyor beni. Olsun, bir sene daha geçer buna da alışırız. Ufak bir çocuk bana amca demişti, afallamıştım. " ne amcası ulan daha 24 yaşında biriyim " diyecektim, kahkahalarla güldüm. Aslına bakarsanız o an güldüğüm şeyin çocuğun beni tasvir ettiği sıfat değil, yaşlandıkça insanların hiç yaşlanmıyormuşçasına yaşamasıymış, bunu anladım.

Bunları yazarken arkada " pilli bebek - olsun " çalıyor. Ne güzel de anlatıyor bu parça herşeyi;

" olsun demekte zor artık, çocuk düşlerimiz yok artık.. "

26 Aralık 2010 Pazar

Ferhat Gerçek'i Hatırladınız mı?




Yenibosna'nın işlek caddelerinden biri. 3 tane insan yürüyüş dergisi dağıtıyorlar. Halk ilgi gösteriyor, gençler bu ilgiden memnun, yüzleri gülüyor. Yanlarına bir ekip otosu yanaşıyor. Ekip otosundaki bir polis bu durumu amirine bildiriyor. " Amirim, dergi dağıtıyorlar, ne yapalım?" Amir kesin ve net konuşuyor, " ellemeyin dağıtsınlar." Tabi gururu kırılıyor polisin. Engel olmak lazım böyle anarşistlere, komünistlere. Polis gidiyor yanlarına, içlerinden birinin aranması olduğunu bahane ederek gözaltına almak istiyor. Bu hukuksuzluk karşısında gençler arkadaşlarını vermiyorlar. Arbede çıkıyor, polisler takviye ekip çağırıyor. Uzunca süren hengameden sonra tüm olaylar bir kurşun sesi ile bitiyor; Ferhat Gerçek sırtından vuruluyor.

Ferhat 17 yaşında, yasal bir dergiyi dağıttığı için polis kurşunu ile felç kaldı. Vurulmasının ardından yarım saat boyunca yerde kıvrandı, arkadaşları kanı durdurmak istediler, ambulans çağırmak istediler fakat polislerden gelen tepki çok netti; bırakın gebersin!

İnsanların hiç bir suçu olmamasına rağmen gelişigüzel katledildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bugün binlerce insan gözaltında kaybolmuş vaziyette. Annelerinin babalarının ziyaret edeceği bir mezarları bile yok. Daha geçenlerde cumartesi anneleri 300. kez oturdular Galatasaray meydanına. Yine soruları cevapsız kaldı, yine başbakan " birileri tarafından kullanılan grup " olarak ilan etti kendilerini. Böyle bir ülkede Ferhat'ın sırtından vurulması normal karşılanıyor ilk bakışta. 2007 yılında yürürlüğe giren polis vazife ve salahiyet kanunundan sonra adeta teksasa döndü Türkiye. Üniformanın ardından canavara dönüştü kolluk güçleri. Son 3 yılda polis kurşunu ile hayatını kaybeden insanların sayısı üçlü rakamlarla ifade ediliyor. Durumun bu kadar vahim olduğu ülkemizde ise kimse kaybedilen insanların hesabını soramamakta. Soranlar ise yargı engeli ile karşılaşmakta. Türkiye'de yıllardır sistemin kendi içinde aklandığına şahit oluyoruz. 30 yıllık dev-sol davası sanıklarına onca yıl içerde kalmalarına rağmen müebbet cezası veriliyor, 30 yıllık Kemal Türkler davası sanığı ise zamanaşımı yolu ile aklanıyor. İnsanlar 19 aralık'ta diri diri yakılıyor, fakat devlet bunun hesabını vermek bir yana tutsaklara hapishaneye zarar verdikleri gerekçesi ile dava açıyor. Böyle bir sistemde adalet istemek adeta yürek isteyen bir iş haline geliyor. 


Sokak infazları sadece Ferhat Gerçek ile başlamadı, ondan önce Metin Göktepe katledildi bu ülkede, 16 yaşındaki İrfan Ağdaş vuruldu sokak ortasında. Ferhat'tan sonra Aydın Erdem vuruldu, Alaattin Karadağ'ı öldürdüler bütün mahallenin gözleri önünde. İnsanları basit bir şekilde ölüme gönderen bu akılalmaz olaylar silsilesine kimse dur demedi, arkadaş sen nasıl sokak ortasında adam vurursun demedi. Ve bu cesaretle halen sokak infazları devam ediyor. Açılan davalar uzatıldıkça uzatılıyor, mahkemeler 6 aydan 6 ayı ertelenip duruyor. Bu vesile ile olayın unutulması sağlanıyor, olan adalet talebinde bulunan insanların emeğine oluyor.

Ferhat Gerçek'i sırtından vuran polis, 10 yıl hapis istemi ile yargılanıyor. Ferhat Gerçek ve arkadaşları ise polisin Sinan Çetin'in film senaryolarına taş çıkarırcasına hazırladığı suç raporunun tek satırına dokunmadan dava açan savcılık tarafından 16 yıl hapis istemi ile yargılanıyor. Güler misiniz, ağlar mısınız? Ama işin komik yanı burda bitmiyor; mahkeme tarafından istenilen belgeler adli tıptan hala gönderilmedi. Evet bildiniz, o adli tıp! Güler Zere'yi bile bile ölüme gönderen adli tıp, Erol Zavar'ı hasta olmasına rağmen hala tutsak eden adli tıp. Hani şu katil İbrahim Şahin'e " akli dengesini yitirmiş yargılanamaz " raporu veren adli tıp. 

Yani anlayacağınız devlet " arkadan " vuranların hala " arkasında.. " 

25 Aralık 2010 Cumartesi

Buca Belediyesi Taşeron İşçileri; Direniş Notları



" Buca belediyesinin önündeyiz. Hava oldukça soğuk. Bir çöp kovasının içine yerleştirilmiş odunlarla ısınmaya çalışıyoruz. Belediyenin 360 derece dönen kameraları her an bizi gözetlemekte. Karşı tarafta ve çaprazımızda yol kenarlarında çevik kuvvet ekipleri arabalarında uyuyorlar. Ortalık oldukça tenha, yoldan tek tük insanlar geçiyor. Ortalık karanlık, belediye otobüsleri haricinde pek araç yok yolda. Çöp kovasının içinde yükselen dumanlar gözlerimizi yakıyor. Ertesi güne hepimizin gözleri kanlanacak, acıyacak biliyoruz. Ama önemli değil, bunu da biliyoruz.

Haydar ağabeyimiz bir türkü tutturuyor. " Hadi lan, halaya kalkın " diyor. Oysa bizim kıpırdamaya mecalimiz olmadığı gibi, havanın soğukluğu ile birbirimize geçmiş durumdayız. " Piu sizin gençliğinize " diyor, gocunuyorum. " Çal oradan bir halay oynamayan Ercan tatı gibi olsun " diyorum. Basıyor kahkahayı, başlıyor çalmaya. O uyuşukların en uyuşuğu ben, o oblomovların en oblomovu ben tek başıma kalkıyorum halaya. Haydar ağabey coşuyor, ben de coşuyorum. Polisler bana bakıp gülüyor, otobüsçüler korna çalarak bana selam ediyor, yoldan geçenler alkışlarla bana destek veriyor. Bakıyorum kalkan yok, " gelmeyen faşist olsun " diyorum. Hepsi birden geliyorlar yanıma, başlıyoruz en sıcağından halayımıza. Ellerimiz kenetli, omuzlarımız birbirine dayalı... "

Yaklaşık bir aydır direniyor Buca belediyesi taşeron işçileri. Sendika istedikleri için işten atıldı yedi'si. Seçim öncesi " taşeronu kaldıracağız namus sözü " diyen Ercan tatı " benim canımı sıkmasınlar hepsini atarım " dedi, tüm öfkesiyle, hıncıyla. Onlar da soğuğa ve kolluk güçlerinin tacizlerine aldırmaksızın direniyorlar. Haklarında kimi zaman " apocu bunlar " yalanı uyduruluyor, kimi zaman " teröristler " yaftası yapıştırılıyor. 80 sonrası tüm hak arama eylemlerinin ardına sızdırılan polis muhbirliği burada da etkisini göstermekte, direnişteki emekçileri tecrit etmek için böyle yalanlar uydurulmakta. Fakat direnişteki emekçiler bu yalanlara pabuç bırakmayacak, çünkü onlar da bu sistemin kirli yüzünü öğrendiler polis copu sayesinde, zabıta terörü sayesinde.

Şimdi onlar desteğinizi bekliyor. Belki bir telefon açıp " ağabey/abla, yanınızdayız " demeniz bile o kışın ayazında sıcacık eder onların kocaman yüreğini. Daha coşkuyla sarılırlar direnişlerine, daha gür atarlar sloganlarını.


DESTEK TELEFON NUMARASI
İşten atılan Belediye işçilerinden biri (İNAN SEZER: 0530 349 26 81 - 0505 611 95 65) 




24 Aralık 2010 Cuma

300. Kez " Benim Annem Cumartesi.. "



  • - Ben bir anayım, benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinlemek zorundasınız!

Fonda bandista'nın benim annem cumartesi şarkısı çalıyor. Yukarıdaki sözlerle irkiliyorum. Bir anne, çocuğunu arıyor. Fakat ne dinleyen var, ne sesini duyan. Onun devletle karşı karşıya gelmesinin tek sebebi, oğlunun veya kızının devlet görevlilerince alınıp kaybolması. Düşünün; bir gün kapınız çalınıyor ve evladınızı götürüyorlar. Bir gün geçiyor haber yok, iki gün geçiyor haber yok. Sonra siz bir yere başvurup evladınızı arıyorsunuz, ve size diyorlar ki, biz evladınızı daha önce görmedik, gözaltına da almadık!

Bir hukuk sisteminde insanları gözaltına alıp hukuksuz yere tutsak etmek devletin ayıbıdır. Fakat onları gözaltına alıp kaybetmek, yok etmek, tamamen insanlık suçudur. Her cumartesi günü ellerinde posterler, oğullarını kızlarını arayan insanların yanından geçerken şöyle bir bakacaksınız, sonra yolunuza devam edeceksiniz. Ta ki bu adaletsizlik sizi bulana kadar. Ne zaman ki sizin yüreğiniz yanacak, siz de o zaman cumartesi annelerinin yanına katılıp kahredeceksiniz dünyaya. O zaman anlayacaksınız dünyanın karşısına geçip bağdaş kurarak izlediğiniz o televizyondan ibaret olmadığını. Dünyanın adaletsiz bir yer olduğunu, insanların yok yere öldürüldüğünü. Annelerin çocuklarına hasret kaldığı, babaların hıçkıra hıçkıra ağlayıp çocuğunun özlemini gidereceği bir mezar bile bulamadığını. O zaman anlayacaksınız Veysel Güney'i, Hasan Ocak'ı..

O gün anlayacaksınız, sevdiklerinize, ailenize, tanıdığınıza karşı işlenmiş her suç aslında hayata karşıdır. Siz o suçları işleyenlerin yakasına yapışıp, kaybettikleri hayatların peşine düşeceksiniz.

O anneler ki, evlerindeki ocağı yemeksiz bıraktılar, ellerindeki yumağı şişi attılar, sokaklara, evlatlarını aramaya koyuldular. Kime gittilerse ilgilenen olmadı, kimi zaman terörist ilan edildiler, kimi zaman o yaşlarına rağmen polis copuna maruz kaldılar. Alınlarındaki kızıl bandı suç saydılar, ellerindeki kızıl karanfilleri suç saydılar, beyaz başörtülerini suç saydılar, ellerindeki oğullarının/kızlarının fotoğraflarını suç saydılar, ama boyun eğmediler. Göz pınarları kurudu ağlamaktan, söz kalmadı dillerinde söylemekten, ama onlar vazgeçmediler. Bir zamanlar devleti korumak için varolduğuna inandıkları polislerin şimdi coplarla bükük bellerine, tutmayan ayaklarına vurduklarını görünce anladılar gerçeği.

Bugün 300. kez oturacaklar Galatasaray meydanına. 300. Kere haykıracaklar evlatlarının isimlerini. 300 kez kahredecekler dünyaya, iktidara, düzene. Yine gözlerde hüzün, yine gözlerde yaş olacak annelerimizin. Bu 300. buluşmada, annelerimizin acısını hafifletmek için, orada olmalısın. Kaybettiği oğlu/kızının acısını elinden tutarak dindirmelisin. Karanfil olup sarmalısın annelerimizin o beyaz başörtülüsü başını. Kucaklamalısın onu, teselli etmelisin. Birlikte dövüşmelisin onunla, birlikte slogan atmalısın. Bu dünyada haksızlıklara karşı yalnız olmadığını haykırmalısın cumartesi annelerimize. Ne dersin, sence de onlar bunlardan daha fazlasını haketmiyor mu?

Ve aslında söylemelisin tüm dünyaya varolan gerçeği;

  • Kaybedenler, kaybetti!


19 Aralık 2010 Pazar

Maraş Katliamı ve Bir Çocuk..




Ocak 1979, yer Trabzon. Ülkücü gençlik imzalı bir bildiri yayılıyor Trabzon'un sokaklarında. Bildiri de şu cümleler kullanılıyor;

" Türkiye'deki çatışma, islamla küfrün çatışmasıdır. Bugün türkiye yeni bir bedir savaşının öncesini yaşamaktadır. Müslümanlar, cihada çağrıldığınızda koşunuz. Unutmayınız ki, bir KOMÜNİSTİ öldürmek yüz kez hicaza gitmekten iyidir!

9 Temmuz 1979, bu sefer Tokattan bir bildiri geliyor; 

" Allah için başkoyduğun bu savaştan kimse seni geri döndürmesin. Sesimizin ulaşamadığı yere kurşunlarımız ulaşacaktır. Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız!

16 Aralık 1979, İstanbul sakin bir güne uyanıyor. Beşiktaş vapur iskelesinin yanında bir telaş göze çarpıyor. Birden derin bir bomba sesi yükseliyor alandan. İmza Türk İslam Birliği. Bu da Allah'ın emri mi acaba? 5 ölü 22 yaralı..

Yıllardan 1978, 79, 80. Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Bedri Karafakioğlu. Bunları Allah uğruna öldürecek birileri yok muydu? Vardı tabi ki, pusular kuruldu, herkes onlardan olana dek kavga devam edecekti..

İlhan Arsel'in " Şeriat ve Kadın " kitabının ardından hakkında " katli vacip " fetvası geliyor. Turan Dursun karşısında tartışacak iki tane din adamı bulamıyoe fakat kendisini öldürecek iki tane katil buluyor, çünkü burası Türkiye. 

Yıllarca alevileri sünni kılmak amacı ile operasyonlar yürütülüyor, asimile edilmek isteniyor aleviler. Dersim kan ağlıyor, Aleviler kan ağlıyor, Anadolu kan ağlıyor..

Ve o Kara Gün..

Yıl 1978'in soğuk bir Aralık ayı. Maraş'ın dükkanlarına, camlarına, mahallenin dört bir yanına sloganlar yazılıyor; 

- Allah için savaşa!



Ve Allah için savaş başlıyor. Trt 111. ölüyü verdikten sonra, yeni saptanan ölümlerin bildirilmesini durduruyor. Çünkü bunun adı vahşet, bunun adı katliam..

Bir çocuk var resimde, bize bir şeyler anlatmak ister gibi duruyor. Aslında ölü o çocuk.


" " Başım kanıyor, ses çıkarmak istiyorum ama, çıkaramıyorum. Hem ben daha bir yaşındayım, ağlamaktan başka bir şey bilmem ki ? 

Ben bir yaşındayım, tek suçum Maraş'ta olmak. Tek suçum alevi olmak.  Annem yan tarafta, ölmüş. Babam yanıbaşımda, boynunu bükmüş cesedi. 

Neden başım kanıyor benim? Aleviyim, Maraş'tayım, komünistim, devrimciyim, muhalifim. Ama ben daha bir yaşında değil miyim? 

Din uğruna mı yaptılar bana bunu? Allah uğruna mı? Dava uğruna mı? 

Dışarıda bir ses vardı önce;

" Kızıllar iki kardeşimizi şehit etti, yarın Allah rızası için hat boyunda buluşalım, intikamımızı alalım!! "

Kızıl ne demek? Bilmiyorum. Alevilik ne demek? Bilmiyorum. Din ne demek? Bilmiyorum. 

Nerden bileyim, ben daha bir yaşındayım..

Ölüyorum galiba. Ama ölmemem lazım. Hem annem dememiş miydi, her insan doğar büyür yaşlanır ve ölür. Ama ben daha bir yaşındayım.. "



18 Aralık 2010 Cumartesi

Hayata Dönüş..



O gün, akşam saatlerinde toplantı salonuna alınmış, gece yapılacak operasyonun ayrıntılarını dinlemeye başlamıştık. Acemi bir asker olarak bu durum karşısında oldukça telaşlıydım; Gece bir operasyon olacak, insanlar ölecek veya biz öleceğiz. Nedenini açıklamıyorlardı fakat nasılını iyice dinlemiştik. Operasyon yapacağımız yer bir dağ veya ova değil, eli kolu bağlı, etrafı dört duvarlarla çevrilmiş mahkumların kaldığı hapishaneydi.

Darbe sonrası apolitik çocuklar yetiştirme planına gayet güzel uyan, ne etliye ne sütlüye karışan, devletin imkanlarına biat edip onun yüce mekanizmalarının bozulmaması için dualar eden bir garip adamdım ben. Ta ki o operasyona kadar.

Gece saat 02:00 sularında operasyon bölgesine gitmek üzere yola koyulduk. Operasyon arkadaşlarım kendi aralarında konuşuyorlardı; Kimisi teröristleri öldürmenin yüceliğinden bahsediyor, kimisi vatan millet sakarya edebiyatı ile etrafını gaza getirmeye çalışıyordu. Ben ve Çanakkale'li bir asker dışında herkes ortamdaki muhabbete biraz olsun katılmıştı. O ise yol boyu sallanan araçta dalgın gözlerle silahına bakıyor, bakıyor, bakıyordu. Bu denli dalgın oluşunun altındaki sebebi operasyondan sonra öğrenecektim; Onun en yakın arkadaşı da bir “ terörist “ miş..

Bayrampaşa hapishanesi dışarıdan kale gibi bir yapı. İçine doğru ilerledikçe yüksek duvarlar insanın üzerine üzerine geliyor. Ana kapıdan girdikten sonra operasyonun başlama talimatını beklemeye koyulduk. Bu sırada hapishanenin girişinden yüzlerce askeri araç içeri giriyordu. Operasyon için getirilen yüzlerce personelden biriydim sadece..

Yüksek amirler olay yerine gelmişti, birliklerin görev paylaşımları yapılmıştı. Saat 04:30 civarında herkes görev yerine dağılmak üzere oradan ayrıldı.. Çanakkale'li arkadaşla birlikte yaklaşık 16 kişi ana kapının sol tarafında bulunan, operasyonun kalbi diye nitelendirilen, ölüm orucundaki mahkumların kaldığı tarafa yöneldik. Hapishanenin içine girmemiz için kapı arkasındaki barikatları aşmamız gerekiyordu. Helikopterler hapishane üzerinde çılgınlar gibi dönüyor, hapishanenin üst tarafından, çatıdan içeriye girmek için özel birlikler hazırlık yapıyordu. Hapishanenin çatısını ağır balyozlarla delmek için uğraş veriliyordu. Bu sırada hapishanenin içerisinden sloganlar boş avluda yankılanıyor, ses dalga dalga bizim bulunduğumuz alana geliyordu. Biz barikatları aşmak için kapıya yükleniyoruz, sonunda koridorun kapısını aşmayı başardık. Karşıya doğru uzunca bir koridor vardı fakat aralıklarla demir masa ve bir çok eşya ile barikat kurulmuştu. Dışarıdaki birliklerden hapishanenin 13, 14, 15 ve 16. koğuşlarına doğru inanılmaz bir ateş curcunası başlamıştı. Mermiler havada uçuşuyordu resmen.



“ Teslim ol “ seslerine karşılık “ asıl siz teslim olun “ diyordu içerdekiler. Karşılarındaki tam teçhizatlı, tam donanımlı türk ordusu ve kolluk güçlerine bu şekilde direnebilmelerini idrak edemiyordum o zaman. Çünkü ben sadece “ ben”i bilirdim, “ben”den başkasını görmezdi gözüm. Başkaları için canını feda etmek değil düşünmek aklımın ucundan bile geçmezdi.. Ama o sırada üzerimize doğru kendini ateşe vermiş birini gördüm, alev alev yanıyordu bedeni.. Yanan bedeninin arasında dikkat çeken tek şey vardı, sol eli. Zafer işareti yaparak üzerimize doğru geliyordu. Orada bulunan herkes ne yapacağını şaşırmıştı, değil silaha davranmak, kılımızı kıpırdatamadık bu manzara karşısında.. Bir adam, alevler içinde yanıyordu. Çocukken elimi sobaya yanlışlıkla çarptığında hissettiğim o müthiş acıyı anımsadım birden.. Nasıl da ağlamıştım o gün, parmağım su topladı diye.. Ama bu adam, kızıl alevler saçarak üzerimize doğru yürüyordu, acının tek bir belirtisini taşımak bir yana, zafer işaretleri ile karşılıyordu bedenini saran alevleri. .O anda içimizdeki en kıdemli personel çekti silahını, taradı o alev içindeki bedeni. İnanır mısınız, o an hiç üzülmemiştim öldüğüne, aksine o yanık acısından bir an önce kurtulduğu için sevinmiştim. Nedendir bilinmez bu cesaretli adama karşı bir saygı duyma gereksinimi hissetmiştim kendimde.

Barikatları aşıp ilerlemeye başladığımızda içerideki sloganları daha net duyabiliyorduk. İçeri doğru girdiğimizde duvarların mermi izinden adeta delik deşik olduğunu gördüm. Barikatların içersinde montlar, parkeler, masa örtüleri gibi eşyalar da vardı. Geçişimizi yavaşlatmak için barikatları ateşe vermişlerdi. Mahkumlar biz geldikçe içerideki koğuşlara çekiliyorlardı, ve bu sayede karşılaşmamızı geciktiriyorlardı. Birkaç barikat daha aşmaya uğraşıyorduk. Dışarıdan koğuşlara doğru yaylım ateşi sürüyordu. Hapishanenin sonunda doğru gelmiştik, mahkumlar havalandırmaya doğru gitmek için hareket ediyorlardı yan tarafımızda. Birlik komutanı kapının aralığından bakıp içeriyi taramamızı emretti. İçeride yaklaşık 80 kişi, havalandırmaya doğru geçmeye uğraşıyorlar, ve biz onların üzerine ateş açacağız, tarayacağız. İnanılır gibi bir şey değildi bizden istenen. Bize karşı koyabilecekleri sadece bedenleri olan bu insanların üzerine ateş etmek.. Etmedim. çekildim kenarı, ağızlarından salyalar saçarak mahkumların üzerine ateş edenleri izledim. Kızdım, dişlerimi sıktım, ağladım evet. Mermi seslerinden beynim uğulduyordu ki, Çanakkale'li bağırarak kendini yere attı, sinir krizi geçiriyordu. Yanına kimseyi yanaştırmıyordu, silahı birliğe doğru tutuyordu.. Sonra silahı yere fırlatarak kapıdan dışarı koşmaya başladı bağırarak, ağlayarak..

Kapı aralığından açılan yaylım ateşi sonrası içerideki manzara dehşet vericiydi. Havalandırmaya geçebilen insan sayısı yaklaşık 20 kişiydi. Diğerleri kimisi yerde kıvranıyor, kimisi sürüne sürüne havalandırmaya geçmeye çalışıyor, kimisi de cansız yatıyordu. Duvar dibinde başından vurulmuş bir mahkum gördüm, kanlar boynuna doğru kıp kırmızı bir nehir gibi akıyordu.. Havalandırmadaki mahkumlar ise slogan atıyorlardı, ve birden halaya başladılar. Tepelerindeki çatılarda özel eğitimli keskin nişancılar, sağ ve sol taraflarında ise birlikler konuşlanmıştı. Bu manzaranın tam ortasında ise yaklaşık 20 kişi ölümün kıyısında, hatta ölüme çeyrek kala, coşku içinde halay çekiyorlardı. İnsan bu tablo karşısında ne diyeceğini şaşırıyordu.. Böyle bir coşku, böyle bir aşk, böyle bir anlayış hangi kitapta yazıyordu da, bu adamlar bu kitabı hatim etmişlerdi? İnanılır gibi değil..

Kalan mahkumlar birbirine kenetlenmiş bir şekilde duruyorlardı. Döve döve onları ayırdılar, yerlerde sürüklediler ve götürdüler. Götürürken de vurmaya devam ediyorlardı. Biz dışarı çıktığımızda hapishanenin önündeki ambulansları gördüm. Kadınlar koğuşuna doğru hızlı bir koşturmaca başlamıştı. Bu hengame arasında “ bizi diri diri yaktınız “ diye bağıran bir kadın mahkum vardı. Daha ne olduğunu anlayamadan önümden 2 tane ceset geçti.. Aslında ceset diyemem, bu öyle bir manzaraydı ki, insanın yüreği parçalanır. Kapkara bir şey geçti önümden, kömür karası. “ Katiller “ diyordu o kadın. “ Diri diri yaktınız arkadaşlarımızı “ diyordu. Yok, hayır böyle bir şey olamaz, olmamalı. Kapkara.. Kömür karası..



Bayılmışım. Acil serviste gözümü açtığımda başımda askerleri gördüm. “ amma da dayanıksız çıktın sen yahu “ dedi içlerinden biri.

Hastaneden çıkarken morgun önünde yüzlerce insan slogan atıyordu. “ eceviitt, çocuklarımızı devrimci yapan sendin, şimdi devrimciler diye öldüren de sensin “ diyordu bir amca.. “ Seninde ciğerin parçalansın ey asker “ diyordu bir anne, önündeki jandarmanın göğsüne vurarak. “ Hesabını soracağız bunların ey kahpe düzen “ diyordu bir genç, tüm hırsıyla, öfkesiyle..

Ben kim miyim? Bir insanın vicdanıyım. Şu anda açılan hayata dönüş operasyonu davasındaki piyonlardan biri olabilirim, belki de yargılanmıyorum. Ama insanların yüreğinde o operasyona katılıp en ağır cezaya mahkum edilmiş biriyim. Ve bunun vicdan azabını ömür boyu çekeceğim.

Kızım bana günün birinde “ baba sen katil misin “ sorusunu soracak diye ödüm kopuyor.

Not: Bu hikayedeki baş kahraman aslında varolup benim tarafımdan dillendirilmiş bir katildir.



12 Aralık 2010 Pazar

Göç



O sabah, Abdulaziz Dağının üzerinde kızıl bulutlar dolaşıyordu. Top atışları ve silah seslerini gölgeleyen bu kızıl bulut, göğe doğru erişmekte olan bir gökdelen gibi yükseliyor, sonra etrafına bir hava şeridi gibi ip ince sis tabakası bırakarak yayılıyordu.

Hasan evlerinin önündeki terasta, Abdulaziz dağında yaşanan bu olağanüstü tabloyu izlemekteydi. Silah ve top seslerine bir hayli alışık olmasına rağmen, bu durumdan hoşnutsuzluğu her halinden belliydi. Ayağı ile toprağı eşeleyerek, parmakları ile oynayarak, bir an önce bu seslerin kesilmesini bekliyordu. Annesi Berfin ise telaşlı gözlerle Hasan’ı aramakla meşguldü, onu terasta görünce hemen eve girmesini söyledi. Hasan ise umursamaz gözlerle annesine omuz silkti, ve Abdülaziz dağı’nı izlemeye devam etti. Öylesine dalmıştı ki bu manzaraya, köye girmekte olan onlarca askeri fark etmedi bile. Kapının önünde yatan “kara aslan”’nın gür havlama sesiyle terastan kalkıp kapnın önüne doğru gitti, ve ağır silahlarla askeri birliğin köye doğru, ayaklarını yere sertçe vurarak girdiğini gördü. Bu durumu annesine haber vermek üzere ok gibi fırladı yerinden, atıldı evin içine. Annesi durumun vehametini anlamıştı, ve Hasan ve küçük kardeşine evden ayrılmamasını tembih ederek kapıya doğru yöneldi. Kapıya çıkar çıkmaz karşı komşusunun ona seslendiğini duydu;
  • Berfin! Asker köyü boşaltıyor!
Hasan’ın babası Ali, o sırada, köyünden kilometrelerce uzakta, bir pidecinin mutfağında bulaşıkları yıkamakla uğraşıyordu. Artan terör olayları sebebiyle Mardin’de çalışacak iş bulamaması, ve her gün artan siyasi gerilimden uzaklaşmak adına İstanbul’a gitmiş, bir iki sene çalışıp geri dönerim diye düşünmüştü. Hasan babası İstanbul’a gittiğinde henüz 5 yaşındaydı, ufak kardeşi ise henüz yeni doğmuştu.
Hasan annesinin ağlamaklı gözlerle kendilerine doğru geldiğini görünce üstüne atıldı;
  • Ana, noluyo?
  • Gidiyoruz Oğul.
Hasan, kafasını kaşıyarak durumu anlamaya çalışıyordu. Gidiyorlardı ama nereye? Bir kez olsun köyünün dışına çıkmamıştı Hasan, ve tüm dünyanın Kızıltepe’nin uçsuz bucaksız ovalarından, etrafını çevreeleyen o ulu dağlarından ibaret olduğunu zannediyordu. Etrafına bakınırken birden kapının önünde yatan kara aslan’la göz göze geldi. Köpek Hasan’ların gideceğini anlamışçasına sinmiş, yorgun gözlerle Hasan’a bakıyordu.
  • Peki kara aslan da gelecek mi ana?
  • Burada tek başına ne yapacak ana? Onu kim besleyecek?

Komutan, askerlerine tek tek evleri dolaşıp akşama kadar köyü terk etmelerini söylemesini emretmişti. Dün gece göllü köyü karakoluna yapılan saldırıda iki asker ölmüş, üçü ise yaralanmıştı. Bu olayın ardından başlatılan operasyonlarda eşkıyaların Abdülaziz dağı’na gittikleri belirlenmiş, ve sabahtan başlayarak akşama kadar dağ top ateşine tutulmuştu. Yapılan istihbarat sonucu eşkıyalardan birinin Göllü köyüne sığındığı tespit edlimiş, ve bu köyün boşaltılmasına karar verilmişti.

Berfin askerlerle konuştuktan sonra eve doğru yöneldi. Akşama kadar eşyalarını toplayıp buradan gitmesini söylemişlerdi ona. Bu saatten sonra yeni bir hayat başlıyordu onun için. 2 senedir çocuklarına hem annelik hem babalık yapmanın vermiş olduğu olgunlukla, önünde başlayan bu yeni hayatın verdiği korkuyu ve telaşı gizliyordu çocuklarından. Doğup büyüdüğü bu toprakları terk etmenin üzüntüsünü usta bir tiyatro oyuncusu gibi saklıyor, gözyaşlarını içine akıtıyordu. Ali ile bu topraklarda tanışmışlardı, bu topraklarda doğurmuştu kömür gözlü iki oğlan çocuğunu. Bu topraklarda boy vermişti mutluluğu, sevinci, acısı, gözyaşları. Yaşadığı tüm olaylar bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor, her dramatik sahnede biraz daha kederleniyor, elleri titremeye başlıyor ve hareketleri yavaşlıyordu., Hasan ve Mehmet’İn telaşlı gözlerini hissettiği anda eski Berfin oluveriyordu hemen, çocuklarına gönderdiği o sıcak tebessüm tekrar beliriyordu yüzünde..

Kara aslan kapının eşiğinde öylece uzanıyor, üzerine gelen askerlerin üzerine her an atlayacakmış gibi kulaklarını dikiyordu.

Akşamüzeri tüm köy halkı askerler tarafından temin edilen at arabalarına eşyalarını yüklemiş, komutan’ın vereceği yola çıkıyoruz talimatını beklemeye başlamışlardı. Berfin, evin duvarlarına son kez bakmış, ve bir daha dönmemek üzere ayrılmıştı evden. Hasan kardeşi Mehmet’in elinden tutup annesinin peşinden gidiyordu, kara aslan’da onlara eşlik ediyordu, bir daha görüşemeyeceklerini hissetmişçesine uğurluyordu. Etraftaki askerlerin asık suratları, köy halkının tek bir ses çıkarmadan yürümesi, ortamda büyük bir gerginlik yaratıyordu. Komutan nihayet hareket emrini verdi ve öndeki kafile ağır adımlarla yola koyuldu. İnsanlar nereye gittikleri, gideceklerini, bundan sonraki hayatlarının nasıl şekilleneceğini bilemeden atıyordu adımlarını, bir kez daha, bir daha.. Abdülaziz dağlarının üstünde kızıl bulutlar dağılmış, dağın sert ve haşin yüzü gidenlerin arkasından derin bir kızgınlıkla bakıyordu Göllü köyüne. Sanki buradan sökülüp atılan bu insanların tüm nefretini , öfkesini ve hiddetini sergiliyormuş gibi bakıyordu göllü jandarma karakoluna..

Köyün mezarlığından geçerken insanlar ağlamaya başlamış, geride bıraktıkları insanların mezarlarını son kez ziyaret edememenin vermiş olduğu o yıkıcı üzüntü ile kendilerinden geçmişlerdi. Onların bu halini gören komutan askerlerine hemen emir vermişti, “ hızlı hareket edilecek! “ İnsanları dipçikleri ile dürterek daha hızlı hareket ettirmeye çalışan askerler, kim bilir neler düşünüyorlardı o anda.. Yapmış oldukları bu görevin ne kadar ahlaki olduğunu, ya bu işi yapmaya zorlandığını düşündükçe çılgına dönüyorlardı belki.. Belki içlerinden Kürtlere karşı nefret bileyenler bu işi fırsat bilmişlerdi, kim bilir..

Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, analar, babalar, yol boyunca dur durak bilmeden ilerliyorlardı, nereye gideceklerini bilmeden. Hasan, kardeşinin elini bir an olsun bırakmıyor, hızlı adımlarla annesini takip ediyordu. Bir yandan hemen çaprazındaki askerin o büyük silahına bakıyordu, bir yandan da sol tarafında onları uğurlayan kara aslan’a. Ne göç etmelerinin sebebini biliyordu, ne de bundan sonra ne yapacaklarını düşünüyordu Hasan. Düşündüğü tek şey vardı, o da kara aslan’ın aç ve tek başına kalacak olması. Ne yapacaktı kara aslan tek başına buralarda? Düşündükçe yüreği burkuluyordu. Kara aslan son kez baktı Hasan'a. Derin ve uzun..

O sırada Abdülaziz dağı'nın eteklerindeki çiçekler hüzünle solmuştu..

9 Aralık 2010 Perşembe

Asker Eğlencesi Üzerine..

Az önce bir asker eğlencesinden geldim. İnsanların deli gibi içki içtiği, asker arkadaşlarını "şehit" etmek uğruna deli gibi yarıştığı bir mecra bu asker eğlencesi olayı. Bir biri ardına kalkan kadehler, kışla yolundaki sabırsız askerimize bir motivasyon kaynağı oluyor sanırım. Hafif alkollü bir halde ortamı gözlemlemeye çalıştım, sonuç tamamen hayal kırıklığı. Askeriyenin vermiş olduğu tecrübeleri ardı ardına sıralayan bir ağabey, alkolün etkisi ile serdar ortaç'ın " binlerce dansöz vaaar " şarkısına eşlik eden bir yakışıklı, bu ortama yabancı gibi duran, masanın üzerindeki fıstıkları bitirmek için canhıraş mücadele eden bir meze " yancı " sı, ve hafif meşrep bir kadının kendini etrafa kanıtlama çabalarıydı tüm tespitlerim. İlerleyen saatlerde askere pandik atmak üzere havaya hoplatma seanslarına şahit oldum, evet. En büyük asker bizim asker nidaları ile tavana fırlatılan askerin yediği parmak darbelerinden hoşnut kalıp kalmadığı hakkında yorum yapamam, ama " ibneler sizi " bakışı ile ortama bir gülücük saçtığını gördüm, inanın. Sonra askeri bekleyen zorlu koşullar hakkında bilinç düzeyi üst safhadaki bir ağabeyimizin tecrübelerini dinledik hep beraber. " Sikecekler olm seni ehehe " diyordu içten içe, ortamdaki dişi sayısının bir hayli fazla olmasından mütevellit bunu sesli dile getiremiyordu tabi ki. Dişilerin ise böyle bir ortamda bulunuşunu zaten çözmüş değilim. Kimilerine göre en kutsal mertebe olan şehitlik kavramına bu kadar aşina bir toplum, nasıl olur da askerini enseye tokat göte parmak bir şekilde askere gönderir? Kutsaliyeti üzerinde derin tartışmalar yaratan bu şehitlik kavramının uhreviyatı hatrına insan iki rekat namaz kılar da gider askere, değil mi dostlar?

Neyse, alkol konusunda hassas olan bünyemin sınırlarını zorlamayarak ayrıldım masadan. Yol boyunca damat halayı çekme konusunda ısrar eden bir sarhoş arkadaşla beraber eve gelmenin sıkıntısını paylaşmak isterim.

Ve belirtmek isterim ki askere giderken bu kadar götü başı dağıtmamalı insan. Sonuçta zor kullanarak gidiyoruz hepimiz askere, ve gidince değil gelince kutlamalıyız bu şahane olayı.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Sokağın Köpekleri, Köpeğin Sokakları..

Yazın o bunaltıcı sıcağında atıyorum kendimi dışarı. İşten yeni çıkmışım, günün yorgunluğu henüz üzerimde. işyerimi arkamda bırakarak en yakın otobüs durağına doğru ilerliyorum. Karşıyaka çarşısı her zamanki gibi kalabalık, insanlar bir göktaşı yağmuru gibi akıyor üzerime üzerime. Onların arasından sıyrılmaya çalışıyorum, bazen öyle anlar geliyor ki yolumu el yordamı ile bulmak zorunda kalıyorum, o derece. Zar zor kendimi iskelenin karşısına bırakıyorum, en yakın durağa doğru sakin bir yolda ilerliyorum. birden gözüme iskele binasının gölgeliğine boylu boyunca uzanmış bir sokak köpeği sürüsü takılıyor. Bu yazın sıcağında bulmuşlar gölgeliği, ohh mis gibi uzanıyorlar diyorum kendi kendime. Fakat bu sözümü duymuşlar mıdır bilinmez, içlerinden ufak ve en atik olanı birden fırlıyor önüme doğru, uzatıyor kafasını ukalaca, başlıyor paçalarımı çekiştirmeye. Belli ki henüz 4-5 aylık bir yavru. o an önümden binmem gereken otobüs geçiyor, fakat bu paçamı çekiştiren kerata yüzünden kaçırıyorum otobüsü.

Göz göze geliyoruz, pişmanmışçasına eğiyor başını bana doğru. Bu yenik ama mağrur duruşu ile beni cezbediyor, resmen kendini sevdiriyor, önümde bir sirk oyuncusu gibi değişik atraksiyonlar yapıyor. Bu müthiş oyunculuk karşısında dayanamayan ben, yumuluyorum o kirli ama samimi gövdesine. Onu sevdiğimi gören diğer takım arkadaşları da etrafıma dolanıyor, hayda, sırası mı şimdi bu? ortalarına çöküyorum, o da ne, birden sesleri sanki kulağımda yankılanıyor. etrafımdaki insanlar mı konuşuyor acaba diye düşünüyorum fakat etrafımda insan yok ki! konuşmaya mı başladılar? yok artık diyorum, köpekler konuşmaz ki Şahin, adam sende! Ama hayır, konuşuyorlar işte, anlatıyorlar hikayelerini birer birer...

Hikayesini kendi ağzı ile anlatmamakta ısrar eden, takım içersindeki en hanım hanım ve ağırlığınca duran köpeğimiz bir çiftlikte doğmuş. safkan bir alman kurdu olması gerekirken, annesi dışarıdaki bir sokak köpeğinin cazibesine dayanamarak onunla çiftleşmiş, Tabi çiftlik sahipleri bunu hoş karşılamamışlar. ilk önce annesine gerekli muameleyi yapıp çiftliğin en gerisine hapsetmişler, sonra da bu yavrucağı koyuvermişler sokağa. daha ayakları toprağa basmayı bile henüz öğrenmişken bulmuş kendini yol ortasında. korkudan tir tir titriyormuş, hafifçe de yel esiyormuş üzerine doğru. Arabalar sağından solundan vızır vızır geçiyor, bizim yavrucak ta olduğu yerde mıhlanmış gibi kımıldamadan duruyormuş. birden yüksek bir korna sesinin ardından yanında bir araba durmuş, arabanın içinden bir kadın inmiş ve bizim yavruyu aldığı gibi atmış arabasına. sıcak bir yere girmenin vermiş olduğu rahatlama duygusu ile bizimki koyvermiş koltuğa kendini. kadın izmir'e girer girmez onu bir barınağa teslim etmiş. Barınağın kapısından içeri girer girmez büyüğü küçüğü tüm köpekler toplanmış etrafına. titreyen bacaklarına aldırmaksızın bunun üzerine saldırmışlar, gözüne gelen bir pençe darbesi ile kör olmuş. daha sonra bir aralığını bulup kaçmış barınaktan, dışarısı bu hapishaneden iyidir diyerek. Gün boyunca yürümüşte, yürümüş, bir damla su içmeden, bir kap yemek yemeden. fakat en sonunda akşama doğru çöpünü atan bir hanıma rastlamış, bunun tatlılığına dayanamayan kadın hemen kapmış bizim yavrucağı. Kısa bir süre onunla beraber kaldıktan sonra buradan da sıkılmış bizimkisi, yine sokaklara atmış kendini. O günden bu yana sokakta olduğunu söylüyor, inanın ben onun yalancısıyım.

Çektiklerinin vermiş olduğu bir ağırlık var anlattıklarında ve kendisinde. Sanki en büyük acılara katlanmışta çok ufak bir kısmını anlatıyormuş gibi hissediyorum.

Kangal gibi iri ve bir o kadar da şımarık olan olgun adamımız da kendi hikayesini anlatmaya başlıyor. diyor ki; safkan kangal sanılarak sivas'ın bir köyünden alıp buraya getirildim. Tabi ilk aylarda safkan olmadığımı anlayamadıkları için el üstünde tutuldum. Biberonla süt verdiler, kuş tüyü denebilecek yerlerde yatırdılar. Fakat bir gün gençlik aşısı denen o lanet şey için veterinere götürüldüğümde safkan kangal olmadığımı öğrendiler, ve o an koydular beni kapının önüne. allahın sivasından ta buralara kadar gelmişim, ne iz bilirim, ne yol bilirim. " ne yapacağım şimdi ben ?" diye düşündüm durdum. İki gün boyunca ağzıma tek lokma bir şey koymadım, susuzluktan dilim damağım kurudu, dudakların çatladı. O çöp senin bu çöp benim dolaştım durdum. İnsanların o gürültülü yürüyüşlerinden ve ihanetlerinden kaçmak için hep kenarından kıyıdan yürümeyi tercih ettim bitmek bilmeyen o uzun yolların. fakat yine de insanoğlunun aşağılık tacizlerinden kaçamadım. günü geldi tekme attılar, günü geldi kulaklarımı kesmeye çalıştılar. Ben ciyak ciyak bağırdığımda ise kahkahalarını patlattılar, arsızca, utanmazca. Ü
zerime kaynar su atmaya çalıştılar, geceleri üşüdüğüm için uluduğumda üzerime ateş açtılar. başka bir canlıya zarar vermenin ne gibi bir mutluluk ya da sevinç kaynağı olduğunu halen çözemedim ya, neyse. yani anlayacağınız büyüme çağıma gelene kadar hoşlartla, tekmelerle, küfürlerle, taşlarla karşılaştım, acı ama malesef gerçek. Büyüme çağımda ise babamın kangal annemin ise kırma bir köpek olması, ve benim babama çekmemden dolayı iyice palazlandım, insanlar yanıma yanaşmaya çalışırken bir kez daha düşünmek zorunda kalmaya başladılar. Bu fiziki güçlülüğümden defalarca yararlandığımı söyleyebilirim, şimdi bunlara detaylıca değinip kafanızı şişirmek istemem. Artık olgunluk çağıma geldiğimde, kör bir köpeğin yanında buldum kendimi. Belki de hiç mutlu olmadığım kadar mutlu oldum onunla..


 Bu duygusal sözlerin ardından bizim kangalın, hikayenin başındaki kör hanım abla ile haşna fişne olaylarına girdiğini anladım.

Hava kararmak üzereydi, bu köpeklerle yaklaşık 2 saatimi geçirmiştim. şaşkınlığımı üzerimden atamadan diğeri başladı konuşmaya ;

Ben bu sokak köpeklerinin içersindeki en safkan köpeğim esasında.. bakmayın böyle pespaye, üstü başı kirli göründüğüme.. En güzel köpek yetiştirme tesisinin en güzel yerinde doğdum, ve doğar doğmaz iyi bir " mal " olduğumdan hemen bir pet-shop'a verildim. Yaklaşık 1 ay kadar ufacık bir kutunun içersinde yaşadım, pisliğimi oraya yaptım, o kadarcık alanda sağa sola volta attım, uludum, havladım.. Ta ki bir gün genç ve güzel bir aile gelip, beni kızlarına karne hediyesi olarak alana kadar. İyi para etmiş olmalıyım ki, pet shop sahibinin yüzü oldukça gülüyordu.. sıcak ve bir o kadar da konforlu arabada uzun bir yolculuk yaptım, sonra da çatısı neredeyse göğe ulaşacak bir yerin 4. katında bir eve getirildim. İlk günlerde kızlarının kucağından inmiyordum, tabi bu durumdan en çok hoşlanan da bendim açıkçası. Sıcacık bir ev, yediğim önümde yemediğim arkamda bir ortam, daha ne isteyebilirdim ki? tabi bu mutluluk kısa sürdü, tuvaletimi neden evin içine yaptığım konusu gündeme geldi.. ben daha onlara bebek olduğumu anlatamadan, hoop bir tartışma koptu bu genç ve güzel çift arasında. kadın benim oldukça tüy döktüğümü, evin her yerine pislediğimi ve bu evden gitmem gerektiğini söylüyordu kocasına. fakat kocası da kızının ağlamalarına kulak vermiş olsa gerek, beni savunuyordu, hayır öğrenecek daha o küçük diyordu. az da olsa gururum kırılmıştı ama, dışarının acımasızlığına karşı bu evin güveni beni huzurlu kılıyordu. günler geçti, benim için artık tehlike çanları geçti derken birden karşıma belediye ekipleri dikildi. kadın beni kendi elleri ile belediye ekiplerine teslim etti, daha ne olduğunu anlayamadan. kız da artık benim gidişime eskisi kadar üzülmüyormuş olacak ki, arkamdan bakmadı bile. demek ki karne hediyesi olma sürem dolmuştu, yeni okul dönemi başlıyordu. pahalı bir oyuncak olarak gerekli vazifeyi görmüş, burjuvaların o güzel popolarını biraz daha kaldırmış, ve artık kenara çekilmiştim. belediye ekipleri beni en yakın barınağa götürdüler. tabi yüzlerce köpekle tanışmam hiç hoş olmadı, beni hırpalamaya kalkanlar oldu, ezmeye çalışanlar oldu. ben ise kendi kendime düşünüyordum, nereden nereye gelmiştim? bu düşünceler arasında uzunca bir müddet barınakta kaldım. bir gün temiz yüzlü yaşlı bir amca beni sahiplendi, ve evine götürdü. bana o kadar güzel baktı ki, hayatımdaki en mutlu günleri onun yanında geçirmiştim. ve bir gün vefat edince, 3 gün boyunca ağzıma yemek koyamadım üzüntüden. beni o pis ve sağlıksız barınak ortamından kurtaran, iki yıl boyunca öz evladıymış gibi bakan bu adamın gidişine çok üzülmüştüm. tabi o gittiği için bana yine bir yuva bulma problemi doğmuştu, çünkü yaşlı amcanın oğulları ve kızları evi hemen satmışlar, beni de kapının önüne koymuşlardı. sokağa çıktığım ilk gece, barınağa geldiğim ilk günkü gibi başka köpekler tarafından hırpalandım, suratımda pençe izleri hala duruyor.. derken bu duruma alıştım, artık koymuyordu çöpten ekmek yemek, başka köpeklerle kavga etmek. benim zoruma giden tek bir şey vardı ki, insanların bana sanki can düşmanıymış gibi hücum etmesiydi. ne yapmıştım ki ben onlara? bir tek gün üzerlerine yürüyüp havlamış mıydım ki, saldırmış mıydım ki? fakat onlar beni her gördüklerinde tekmelemeye çalıştılar, üzerime taşlar attılar, küfür ettiler, aşağıladılar.. neyse, canları sağolsun, bana iki yıl boyunca en güzel günleri yaşatan, insan kelimesinin en çok yakıştığı o " amca "nın hatrına hepsini affediyorum.. herneyse, amca deyince duygulanıyorum, ne yapayım. velhasili, o günden beri sokaktayım, karşıyaka'nın en büyük ve en sevimli çetesi olarak dolaşıyoruz sokaklarda..

Diyorum ki bu ufaklık kimin, hani şu otobüsümü kaçırmama vesile olan yaramaz?

Kangal kırması ile ilk hikaye anlatan köpeğimizinmiş bu sevimli şey.

Peki diyorum, benim aracılığım ile insanlara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Sözü en ağır ve annelik güdüleri ile en hanım olan köpeğimiz alıyor;

Sevgili Şahin, bakma bizim böyle itilmiş gözüktüğümüze.. Biz de zamanında şu anda evlerde bulunan köpekler gibi mis gibi yaşıyorduk. Fakat insanoğlunun bizi bir canlı yerine meta olarak görmesi, ve mal gibi sevgilisine, karısına, kızına, çocuğuna hediye etmesi, ve bir süre sonra bizden sıkılıp sokağa atması sonucu buradayız. biz de bir canız şahin, yaşıyoruz, nefes alıyoruz. aşağılanıp tekmelenmeye, küfür yemeye alıştık diyelim, fakat insanlar artık bize eziyet etmeye bayılıyorlar.. belediyeler bu işler için ekip kurmuş, bulunduğumuz parklara bahçelere zehir koyuyorlar.. bunun mantığı olmaz, bunu yapan bize göre insan olamaz.. yani anlayacağın..

Daha fazla konuşamıyor hanım köpeğimiz. Ben de tabi duygulanıyorum onun bu haline. Tam hepsinle vedalaşıp yanlarından ayrılıyorken hepsi birden arkamdan bağırıyor ;

Bir de Şahin, bu yaz sıcağından insanlar kapılarının önüne bir kap su koyarlarsa, sadece biz değil, doğada yaşayan türlü türlü canlılar bu sudan faydalanır. Yüzlerce arkadaşımız susuzluk çektiği için ölüyorlar, ve bize her türlü eziyeti yapan insanların bulunduğu şu dünyada bizim tek bir tüyümüze zarar gelse canı yanan, bizim iyiliğimiz için çırpınıp duran milyonlarca insanın varolduğunu da biliyoruz. Ve onlara diyoruz ki, lütfen kapınıza bir kap su koyun..

Gözlerim dolu dolu, bu sefer yetişeceğim otobüse diyorum.. yetiştiğim belki otobüs değil, daha evvelden kaçırmış olduğum insanlık seferidir, kimbilir..




Merhaba..

Yazı yazma fikri ilk olarak  Orhan Pamuk'un " kara kitap" adlı eserini okuyunca yerleşti beynime. Celal'in köşe yazıları öylesine etkileyiciydi ki, " neden olmasın " dedim, ve amatörce atladım bu edebi kültüre. Amatör olması belki de bu işin eğlenceli tarafı, hatalarınızı gözünüze sokmaya çalışan herkese " ben daha acemiyim " diyebiliyorsunuz, ve herhangi bir yaptırıma tabii tutulmuyorsunuz. Ne sizi denetleyen bir editörünüz var, ne de vicdanınızdan başka emir verecek bir kurum/olgu söz konusu. O yüzden yazmak, amatörce yazmak, sadece düşündüğünü ve hissettiğini yazmak, bir tutku oluyor zamanla. Umarım bu tutku hiç bitmez, hep amatör kalırım.

Merhaba.