9 Kasım 2011 Çarşamba

Tavır Dergisinden; Van Depremi



Her afete 'kader' demeyi, her acıya 'tevekkül' etmeyi, cinayetlerini tanrıdan bilmeyi emredenlerin yeni katliamıydı Van-Erciş.. Yüreklerimizde daha ne çok yer varmış acılara, yeniden gördük. Dağ oldu da taşmadı hala..

Taşmaması için sahte gözyaşı dökenler, halktan çaldıklarının az buçuğunu lütfederler küfrede küfrede yoksula.. Acısına ortak olmayı bıraktık, daha ölüsünü toprağa vermemişlere, evladının gömülü olduğu enkazı parça parça olmuş elleriyle kazıyanlara küfretmek, hakaret etmek, 'merhametlerini' polise atılan taşların hesabı olarak sunmak, sırf Kürt olduğu için 'ilahi adalet'le ölmeyi bir halkın tümüne reva görmek için ancak ve ancak soysuzların işidir.

Devlet, koskocaman görünüp de aslında kağıttan kaplan olan cürümüyle bir kez daha yıkılmış, bir kez daha enkaz altında kalmıştı Van'da. Halk düşmanı yüzü, yıkıla binaların arkasından apaçık olarak gözükmüştür.

Bu düzen insana değer vermez. Onun değer ölçütü akçelerle belirlenir. Koca bir ilçe yerle bir olmuş, yüzlerce insan göçük altında kalmıştır ama konuşulanlar deprem vergileridir, zamlarıdır. Ve 'suçun' büyüğü yine bir göz konduyu hiçbir yardım ve destek almadan zar zor yapan yoksul halkındır. Sanki daha sağlam bina yapacak parası varmış da kötüsünü tercih etmiş gibi.. Bir de bile bile kaçak ve çürük yapanlar vardır ki onlara lafı olmaz hükümetlerin, tersine vekil yapıp ödüllendirirler.

Çektiği onca acıyı tevekkülle karşılamaya şartlanmış, bağışlamayı insanlığın amentüsü bellemiş, 'kadere' rıza göstermeyi inancının abidesi yapmış yoksul halkımız; Van'ı, Erciş'i.. belki daha milyonlarca insanı gömeceği kadar geniş mezarlığa eşdeğer olan yüreğine gömüp tevekkülle susacaktır belki.

Daha ana sütü çağında bebesini toprağa verirken yüreğinden taşan öfkesini nereye savuracağını bilmeden isyana duracak ama gözyaşlarıyla yumuşattığı yüreğine gelip çöreklenen çaresizliğe yeniden yeniden teslim olacaktır. Çaresizliğinin nedeninin örgütsüzlük olduğunu düşünmeden yapacaktır bunu. Çünkü halkın sadece alın terini değil acılarını da sömürmeyi düzenlerinin bekası bilen katil sürüsü, sorgulamaktan bihaber, örgütsüz bir halk yaratma çabasındadırlar. Ama nereye kadar?

Suçun küçüğü de, büyüğü de bu yağma, talan ve sömürü düzeninin ta kendisidir. Suçun cezası vardır, olmalıdır. Van'da Erciş'te ölenler aşkına; önlenebilecek ya da tümüyle olmasa da can kaybını en aza indirecek önlemler alınabilecekken; bunu yapmayıp iktidarın nimetlerinden yararlanmayı, kendilerine dünyalık yapmayı, halkın yüzlerce ölüsü karşılığında yüzsüzce sürdürenleri unutmak en büyük düşkünlüktür. Unutmayacağız, Unutulmasına izin vermeyeceğiz!

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Kavgamızın Mahir'i


Bir slogan yankılanıyor Niksar’ın dağlarında ve ovalarında;

“Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik!”
Mahir Çayan ile ilk tanışmam bir video paylaşım sitesinde Grup Yorum şarkısında olmuştu. Ulaş Bardakçı ile mahkeme salonunda karşılaşıyor, birbirlerine sarılıyorlar ve bir jandarmanın omuzundan bastırması ile yerine oturuyordu. Bu görüntü şu anda aklıma geldikçe yine duygularınım, yine tebessümle hatırlarım.. Ben bu yazıda Kızıldere’de ne oldu ne bittiyi anlatmayacağım, devrim için ödenen bedelleri ve hayat-ölüm tartışmasını kendimce yorumlayacağım..
Kızıldere hepimizin ortak görüşü olduğu gibi bir özgürlük manifestosudur. Kanla yazılan tarihin hiç bir zaman silinmeyeceğini, gencecik bedenlerin bu dünyadan koparılmasına rağmen fikirlerinin dilimizde, bayraklarının elimizde olduğunun göstergesidir. İdeolojik olarak durumu ele aldığımızda hiç bir devrimin bedelsiz olarak kazanılmamıştır, devrimcilerin kanıyla sulanmıştır dört bir yan. O yüzden devrimcilere yönelik en büyük eleştirilerden biri “şehitlik” kültü ve “ölümü kutsama” olmuştur. Bu tamamen hümanist bakış açısı ile irdelenmiş ve tutarsız bir savunmanın tezahürüdür. Tarihin bir tokat gibi yüzümüze çarptığı sınıf savaşımı gerçeği ortadayken elde etmek istediğimiz zaferlerin mücadelesiz, kayıpsız, zararsız atlatılabileceğini düşünmek çok ama çok ütopik olur. Tarihimizin mücadele pratiğinin ortaya koyduğu bir gerçek var; her ölüm aynı zamanda kazanılan bir zaferdir. Bunun en büyük örneği de Kızıldere’dir. Devrimci dayanışmanın, yoldaşlık bilincinin ne kadar yüce bir duygu olduğunu hatırlatmıştır bize Kızıldere. Yeri geldiği zaman ölmenin ne kadar büyük bir onur olduğunu anımsatmıştır.
Katliam sonrasını hatırlayın; oligarşinin sözcüleri, paralı kalemşörleri, yılgınlar, dönekler, hep bir ağızdan devrimci mücadelenin bitirildiğini, Kızıldere’nin “sonumuz” olduğunu ilan etmişti. Devrimci mücadelenin sonlandığını ve bu saatten sonra toparlanın imkansız olduğunu söylüyorlardı dört bir tarafta. Hatta o kadar ileri gitmişlerdi ki Mahir’leri maceracı olarak nitelendirme gafletinde bile bulunmuşlardı. Oysa Mahir’in o gür sesi yankılanıyordu anadolunun dağlarında ve ovalarında;”Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!” İşte bu yüzden ölüm-yaşam kavramını salt hümanizm açısından inceleyerek devrimcileri kan ve kin kusan yaratıklar olarak görüyorlar. Oysa tarihte kan ve can bedeli ile kazanılmamış tek bir zafer yoktur. Ölümü göze alamamış hiç bir halk bağımsız olamamıştır, özgür olamamıştır. Bu yüzden Kızıldere de nesnel olarak Mahir’lerin katledilmesi gibi gözükse de aslında bir siyasi zafer olarak günümüze kadar gelmiştir. Çünkü ödemeyi göze aldığımız bedellerin büyüklüğü uğruna savaştığımız devrimin de bizim açımızdan ne kadar değerli olduğunu gösterir.

Katliam sonrasını hatırlayın; oligarşinin sözcüleri, paralı kalemşörleri, yılgınlar, dönekler, hep bir

Kızıldere’nin ne denli büyük bir siyasi zafer olduğunu oligarşinin sırf bu olayı unutturmak için köyün adını bile değiştirmesinden anlayabilirsiniz. Resmi olarak Kızıldere’nın adı Kızıldere değil Ataköy olmuştur. Yani bu hamleyle Mahir’lerin adını ve mirasını unutacağımızı öngörüyordu oligarşi; bu kadar basit ve anlamsız bir çabayla. Oysa ki bir direniş abidesi olarak belleklerimizde duruyor Kızıldere. Her kuşatmada “teslim olmayacağız, mahir’ler gibi marşlarla karşılayacağız ölümü” diye haykıran devrimcilerin varlığı buna ispat değil midir? 38 yıl sonra tekrar aynı yerde, Mahir’lerin vurulduğu yerde dalgalanan kızıl bayraklar buna ispat değil midir?

Grup Munzur’un Kızıl Anka parçasının girişindeki şu sözler her şeyi özetler nitelikte; “Zafere mahkum olanlar bedel ödemekten çekinmezler. O bedeli niçin ödediklerinin bilincindedirler. Dolayısıyla ölümleri küçülterek yeneceklerdir. Geçmişte olduğu gibi bugün de böyle olacaktır.” İktidar hedefimiz varolduğu müddetçe, emek sermaye çelişkisi yok olmadığı müddetçe biz bedel ödemeye ve ödetmeye devam edeceğiz.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Yeryüzüne "hüzün" düşünce



Bir sokağın başında duruyorum; önümde yarı karanlık ve uzun bir yol var. Sokak lambaları mesaisinden nefret eden bir işçi gibi bakıyor yeryüzüne. Çöp tenekesi ağzına kadar dolu, sokak kedileri bu çöplükten kendilerine bir pay çıkarma telaşında. O sokağı yürümek zorunda kalmanın verdiği mutsuzluk çöküyor üzerime. O uzun yola adımımı attığımda kenardaki çöp tenekesinin içinden bir anı fırlayıp yakama yapışacak gibi hissediyorum. Belki tatlı belki acı bir anı, ama her ikisinin de canımı acıtacağını biliyorum. Acı anılar canımızı acıtır, çünkü yaptığımız hataların bedelini ödediğimiz -ve hala ödemekte olduğumuz- günler aklımıza gelir. Belki de biz hata yapmamışızdır, fakat işin zulmünü yine bize ödetmişlerdir. Ne farkeder? ikisinin de ağır ve derin bir acı bıraktığı gerçeği ortadayken? Ya da tatlı, yani güzel bir anıdan söz edelim. O güzel, o büyülü anın ömrümüzden bir film şeridi gibi geçip gittiğini görmek insanı hüzne gark etmez mi? Yaşadık ve bitti, o güzel anı aklımıza düştüğünde sadece bir tebessüm olarak yayılıyor suratımıza. bitmemesini istediğimiz her güzel şey gibi bitiyor, tıpkı o tebessüm gibi. Tebessüm ediyoruz, yüz hatlarımız geriliyor. Sonra o tebessümün izi yavaş yavaş siliniyor yüz hatlarımızdan. Ve bir an geliyor, neden tebessüm ettiğimizi bile bilmeden eski halimize geri dönüyoruz. daha da beter bir hale, "güleriz acınacak halimize" sözünü hatırlıyoruz. Yani acı ve güzel ne yaşadıysak yaşayalım onlar mutlaka kalbimizi acıtıyor, çünkü hayat bir dakika bile durmuyor, sürekli dönüyor ve akıyor..
 

Sokak kedileri mesela; bana tükenmiş birinin son arayışlarını hatırlatıyor. Tepeden tırnağa umutsuzluğa ve hüzne gark olmuş birinin maziyi deşmesi gibi bir şey. İyi ve güzel olan ne varsa seçip çıkarmak, kendi bunalımını hafifletmek ve avunacak bir şeyler bulmak. İnsanoğlu gibi hani. En üzüldüğümüz anda bile aklımıza güzel şeyler getirmeye çalışırız ya, o hesap. Bulduğumuz en değerli anımızı coşkuyla karşılarız, yürekten bir kahkaha atarız, daha da coşarsak gözyaşları içinde bakarız elimizdeki o "nadide" anıya. Sonra bu geçmişin en güzel anısı içimizi acıtmaya başlar, travmatik bir biçimde kendi içimize döneriz, ayna karşısına geçer ve dibe vuruşumuzun vücudumuzda yarattığı fiziksel anormalliklerini inceleriz. Bunlar her insanın fizyolojisine göre değişir elbette, fakat genel olanı şunlardır; bitmek tükenmek bilmeyen gözyaşlarının göz torbalarımızda oluşturduğu o şişkinlik, mutsuzluğumuzun biricik yoldaşı alkolün göbeğimizde oluşturduğu o derin kümbet çukuru. Bunlar değişmez, değişemez. 

Bakmayın böyle "çok iyi içerim" pozları kestiğime, iki bira ile beni tavlamanız mümkün. Ama her defasında biranın beynimde yarattığı o inanılmaz etkiyi arar dururum. Böyle aynaya baktığımda acınacak halime gülmeye çalışmam, her muhabbetin sonunda türeyen bir kahkaha efekti, ortada fol ve yumurta ikilisi yokken hem muhabbetten hem de dünyadan bi haber olan ve birden yanımda türeyen "boşver abi" adamları. bir de biranın bünyemde yarattığı "çişe gitme" eğilimini bir an önce dindirme arzum. insan bunları arıyor, özlüyor. 

Sokağın sonuna doğru yaklaştığımda sokak lambası mesaisini bitirmek üzere olan bir işçi gibi gülümsüyor bana doğru. Düşlerimizin ve hayal gücümüzün sınırları zorladığı o anda tek tesellimiz bu oluyor.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bir Komşu Profili; Fatma Teyze

Yaz günlerinin vazgeçilmez baksır(boxer) ve atlet ikilisini vücudumdan bir parçaymış gibi taşıdığım zamanlardı o zamanlar. Kollarının altı oldukça genişlemiş, rengi beyazdan çok griyi andıran bir atlet serisine sahiptim. Baksırım ise cıvıl cıvıl renkleri ve üzerindeki türlü çizgi film karakterleriyle atletin şaheserliğini gölgede bırakıyordu. Bir yerlere gitmek zorunda olduğum zaman dolabımda bulduğum herhangi bir altlığı -şort, eşofman, pantolon- giyer,  yumurta pişiren sıcakların pestil gibi erittiği asfalttan korunmak için özellikle anne terliğini seçerdim. Böyle bir adamdım işte ben. Anne terliklerini şık bir gece kostümünün parçası gibi özenle giyen, rengi kaçmış atletle sokağa fırlamaktan çekinmeyen biri.

Etrafımda dönen türlü muhabbetlerin ve gülüşmelerin olağanca sıkıntısına aldırmaksızın yürüyordum yolda. İş adamlarının şık takım elbiselerini nezaketle taşıması gibi dimdik, "koy bi tarafına rahvan gitsin" atasözünün kulaklarını çınlatırcasına rahat. Dünyanın kaçta kaçı beni seyrediyordu bilmem ama her geçişimde ısrarla gözlerini üzerime diken Fatma Teyze her zamanki gibi balkonda pis pis bana bakıyordu. Ve ben yine her zamanki gibi onun daha da gıcık olması için elimi atletime attım; alkolden ve çeşitli abur cuburlar sayesinde göbekten çok her şeye benzeyen, davul derisi gibi gerilmiş şişman et tabakasını kaşımaya başladım. Öyle sakin sakin de kaşımıyordum ha, sırf Fatma Teyze'nin bakışlarını daha da üzerime çekmek için atletimden dışarı taşıyordum göbeğimi. Kim bilir içinden ne geçiriyordu Fatma Teyze; "Eskiden böyle miydi mirim, adam dediğin tığ gibi gezerdi sokaklarda.." Eminim buna benzer bir şeyler söylüyordu fakat bu eski adamların tığ gibi olmalarına duyduğu özlemden çok kendi yaşlı bedenini geçmişe göndermeye yönelik bir girişime benziyordu. Olsundu. Sadece yılın belirli bir kısmında da olsa yaptığı aşurelerden ötürü  bu dedikoducu ve fellik fellik gözleriyle ucu bucağı deşen kadını sevebilirdim. O gözlere ve diline sırf o aşureleri için katlanabilirdim. "Fatma Teyze nasılsın?" dedim, tüm sataşma ve laf atma güdülerimi harekete geçirerek. İçinden "Mendeburun dölü bir de utanmadan selam veriyor" dediğine adım gibi emindim, fakat usta tiyatroculara taş çıkartan mimikleriyle "Sağol Tahsin oğlum sen nasılsın" dedi. Bu diyalog ağır bir savaş gösterisini andırıyordu; çünkü Fatma Teyze kozunu oynamıştı. Çocukluğumdan beri tanışıklığımız olduğu için benim "kısa pantolon"la gezdiğim günleri bile Fatma Teyze hiç sevmediğim, kullanmadığım ve alışık olmadığım ikinci adımla seslenmişti. Bunu daha önce de yapmıştı fakat bu kadar naif bir selama karşılık "ulan dünkü bok, koskoca Fatma ile baş edebileceğini mi sandın?" minvalindeki savaş hamlesi daha öncekilere kıyasla radikalce bir çıkış olmuştu. Böyle bir hamle beklemediğim için bir süre sessiz kaldım, daha sonra beynimi sıfırladım ve her şeye yeniden başlamak üzere cevap verdim; "İyiyim Fatma Teyze, hamdolsun." Aramızda yaklaşık 5-6 metre mesafe olmasına rağmen Fatma Teyze'nin içinden söylediklerini duyar gibiydim; "Allah'ın alkoliği bir de hamdolsun diyor. Sanki eve her akşam alkollü gelen o değil de benim!" Bu diyaloğun galibi kesinlikle benim. Çünkü sabah akşam balkon kenarında mahallede olup biteni dakikası dakikası takip eden, mahallede dönen dolaplar hakkında dedikodu yapmaktan çekinmeyen, eve gelen kız/ erkek arkadaşlarım hakkında salak salak yorumlar yapan bu kadını sinir etmek bile zafer sayılırdı. Pis pis sırıtıyordu Fatma Teyze. Ben ise gülümsüyordum. Kazanmanın verdiği o "hehehe noldu cicim" edasıyla hem de!

Bir dakika lan? Ömrünün sonlarına girmiş bir "komşu" kadın için bu kadar uzun yazı yazabildiğime göre sakın kaybetmiş olmayayım?

14 Şubat 2011 Pazartesi

Beyaz Boya

Bayraklı'nın sahili o gün ıpıssızdı. Hava gündüz olmasına rağmen karanlıktı, kışın en keskin soğuklarından biri yaşanıyordu. Etrafta bir tek insan yoktu. Martılar derin çığlıkları ile denizin üzerinde dört dönüyordu. Denizin üzerinde iki tane vapur, ve hareket etmeyen bir yük gemisi vardı.

Orhan, soğuğa aldırmaksızın sahilde oturuyordu. Görenin deli diyebileceği bir hali vardı. Üzerinde ne kalın bir giysi vardı ne de onu soğuktan koruyabilecek herhangi bir eşyası. Elindeki kitabın sayfalarını ağır ağır çeviriyordu, her sayfayı uzun uzun hazmederek okuyordu. "Bir İnce Memed ölür, bin İnce Memed gelir. Biz çokluk değil miyiz ya Hürü ana?" Orhan kafasını kaldırdı, kendini torosların yarpuz kokulu koyaklarındaymış gibi  hissetti.  Toros Dağları'nın o yalçın kayalıkları, keskin uçurumlar, bir anda önünde beliriverdi. Yüzüne bir tebessüm yayıldı, derin derin nefes aldı. "Kırlangıç yapar yuvayı/ Çamur sıvayı sıvayı/ Bana İnce Memed derler/ Zalım beylerden dolayı.." Yaşar Kemal oldu bu sefer, kağıda döktü tüm coşkusunu.

- Boyayım mı abi?

Gerçek dünyaya döndü Orhan. Önünde kara kuru bir çocuk, elinde boyacı teknesiyle belirmişti. Çocuğun üzerinde el örgüsü kırmızı bir kazak, üzerinde ceketten bozma bir giysi, altında da yırtık bir pantolon vardı. Eldivenleri eklem yerlerinden kesilmişti, parmakları dışarıdaydı. "Tamam, boya bakalım." dedi Orhan. Çocuk hemen ayakkabılara yöneldiğinde Orhan birden havanın buz gibi oluşunu farketti. " Dur ayakkabıları çıkarma, vazgeçtim." Çocuk Orhan'a baktı, biraz kızgın, sinirlice. "Tamam bozulma ufaklık, boya parasını veririm sana. Gel otur şöyle bakalım, ne arıyorsun burada bu soğukta? "Çocuk bir an tereddüt etti, sonra boya teknesini kaptığı gibi yürümeye başladı. Orhan beklemediği bu hareket karşısında ikircikte kaldı, sonra çocuğun peşinden koştu."Dursana yahu nereye gidiyorsun?" Çocuk ses çıkarmıyordu, hızlı hızlı yürüyordu. Orhan çocuğun kolundan tuttu, kendine çevirdi. "Neden çekip gittin, sana parasını verecektim dedim ya?" Çocuk tekrar öfkeyle baktı Orhan'a.

 - Ayakkabını boyatmadın, para filan istemiyorum senden!

Orhan gülümsedi, bu gururlu çocuk onu biraz kendine getirdi. "Yahu tamam, seni kırdıysam kusuruma bakma. Hadi gel biraz sohbet edelim, hem sana bir tost ısmarlayayım şu köprünün karşısındaki büfeden." Çocuk sesini çıkarmıyordu ama eskisi gibi de surat asmıyordu. "Bak ben şimdi karşıdan tost alacağım sen beni burada bekle, ama hiç bir yere gitme olur mu? Bu arada adın ne senin, daha tanışmadık bile. Benim adım Orhan, senin?" Çocuk hiç beklemeden cevapladı; "Abdullah."

Orhan, Altınyol'un o hızlı trafiğinin üstünden, köprüden geçti, karşıdaki otobüs durağının arkasındaki büfeden iki tane tost aldı. Tekrar geri döndüğünde Abdullah onu bekliyordu. Abdullah'ın gitmediğini görünce sevindi. "Abdullah gel şöyle sahile geçelim ha, üşüyorsan başka bir yere gidelim, ne dersin?" Abdullah göğsünü dışarıya çıkararak konuştu; "Yok abi ne üşümesi kocaman adamım ben!" Sahile döndüklerinde değişen hiç bir şey olmadığını farketti Orhan. Martılar yine denizin üstünde dört dönüyor, vapurlar yine seferlerini yapıyordu. "Abdullah, şu karşıdaki vapur sence Bostanlı'ya mı gidiyor Karşıyaka'ya mı?" Abdullah bu soruya gülerek cevap verdi; "Bence Karşıyaka. Neden dersen ağzına kadar insan dolu baksana. Şimdi onlar vapurdan inip çarşıya hücum edecekler, çarşı yine ana baba günü olacak. Biliyorum ben." Orhan şaşırdı, bir soru daha sordu Abdullah'a;

 - Sen daha başka neleri biliyorsun Abdullah?
 - Mesela şu sol tarafta Melez Delta'sı var, orada piknik yapıyorlar. Bunu da bilirim.
 - Peki sen nerelisin Abdullah?
 - Mardin'liyim, Göllü Köyü'ndenim.
 - Ne zaman geldin İzmir'e?
 - Yedi yaşında geldim abi.
 - Nerde oturuyorsun? Hem neden geldiniz Mardin'den buraya?
 - Bak şu yukarı taraflarda oturuyoruz abi. Yamanlar Cemevi'nin hemen çaprazındaki ev bizimkisi. Yolun hemen sağ tarafında, beyaz ev. Tarla verimsizleşti, biz de buralara göç ettik.

Orhan şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemedi. Sorulara bir süre ara verdi. Bu sırada Abdullah tostu bitirmişti, Orhan'ın tostuna bakıyordu. Orhan bunu farkedince elindeki tostu ona uzattı, Abdullah da heyecanla elini uzattı ve bir dakika içinde onu da bitirdi. "Kesene bereket abi." Orhan Abdullah'ın başını okşadı. "Afiyet olsun Abdullah, doymadıysan bir tane daha alayım. Abdullah başını yukarı kaldırarak hayır işareti yaparak istemediğini söyledi. Orhan'ın içine bir kurt düşmüştü, Abdullah hakkında bilgi edinmek istiyordu. Fakat çocuğun üzerine fazla gitmemek için çekiniyordu. En sonunda dayanamadı, sordu;

 - Abdullah, kaç kardeşsiniz, nasıl geçiniyorsunuz?

 - Bir kardeşim var abi altı yaşında, benden on yaş küçük. Babamı kardeşimin doğumunda gördüm bir tek, Almanya'da yaşıyor. Anam şu Bayraklı'nın arka tarafındaki atölyelerden birinde çalışıyor, kardeşime o gelene kadar komşular bakıyor. Ben de boyacılık yapıyorum, az çok biraz kazanıyorum.

 - Peki köyünüz nasıldı, o göç ettiğiniz günü hatırlıyor musun?

 - Hatırlamam mı abi, hiç unutur muyum. Ben o zaman yedi yaşındaydım. Karşımızda Abdülaziz Dağı vardı, evin çatısından orayı izlerdim hep. Kapıda benim Kara Aslan'ım yatardı. Çoban köpeğiydi, bizim evimizi bekliyordu abi. Çok severdim onu, biz gittikten sonra tek başına kaldı köyde. Tarlamız vardı, çoraktı. Üç tane ineğimiz vardı,  başka da bir şeyimiz yoktu. Babam da artık para göndermiyordu bize. Anamın canına tak etti, bir gün tası tarağı topladı gidiyoruz dedi. İnekleri köyün muhtarına sattı, ne var ne yok topladı, komşunun  katırının üstüne yükledi. Bizi köyün dışına kadar geçirdi Kara Aslan. Benim yanımda yürüdü yol boyunca. Çok ağladım ondan ayrıldığıma, anam teselli etti, sana gittiğimiz yerde alırız dedi. Tabi o zamanlar küçüğüm, inandım buna. Yine de içim kötü olmuştu köyden ayrılırken. Tam köyden çıkarken Abdülaziz dağına baktım. Biz dağın eteklerinden çiçek toplardık, aklıma o düştü. "Ana ne olacak o çiçeklere?" dedim, anam gözü yaşlı "Başka zaman tekrar çıkarlar" dedi. Uzunca yürüdük, geceyi yan köyde misafir olarak geçirdik. Ertesi gün garaja gittik, anamın burada Yamanlar'da bir halasının kızı var, onun yanına geldik. İlk başlar zor oldu tabi, sonra yavaş yavaş alıştık. Bir süre aynı evde oturduk, sonra anam bir iş bulunca kiraya geçtik. Ben de Yamanlar'a alıştım, buradaki çocuklarla beraber boyaya, peçete satmaya çıktım. O günden beri buradayız işte abi.

Orhan Abdullah'ı sakince dinledi, bir tek kelimesini bile kaçırmamıştı söylediklerinin. Uzun uzun düşündü, ne diyeceğini bilemedi. Onun bu halini gören Abdullah babacan bir tavırla Orhan'ın sırtına vurdu; "Noldu abi üzüldün mü yav? O kadar kötü değil durumumuz, bak çalışıp gül gibi geçiniyoruz. Asma suratını iki dakika konuştuk diye." Orhan zorla olsa da gülümsedi, Abdullah'a sarıldı.


"Abi sana bak ne diyeceğim, bak bu Bayraklı'nın denizi gibisi yoktur ha. İlk buraya geldim, sabahtan akşama kadar denize baktım durdum. O kadar çok baktım ki, artık midem ağzıma geldi, kendimi denizin üstünde bir çöp gibi hissettim. İnan abi çok kötü oldum, hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Hele ilk vapura binişim, anam izin gününde bizi Karşıyaka'ya götürmüştü, oradan da Konak'a geçtin vapurla. Abi çok korktum vapur sallanınca, kimseye söyleme ama hıçkıra hıçkıra ağladım. Hem de çocuk değildim ha, dokuz yaşındaydım. Bak kimseye söylemek yok ha, sana güvendiğim için söyledim. Bak yemin et söylemeyeceğine ha?"

Orhan söz verdi, "söylemeyeceğim Abdullah söz" dedi.

Abdullah oturduğu yerden yavaş yavaş doğruldu. "Abi ben gideyim artık, hava kararıyor." Orhan bu yeni arkadaşının aniden kalkıp gitmesine itiraz edecekti fakat hava kararmaya yüz tutmuştu, kara bulutlar Bayraklı'nın üzerine doluşmuştu. "Tamam Abdullah tamam da, ben seninle tekrar görüşmek istiyorum, nasıl yapacağız bunu?" Abdullah sırıttı, "Abi ben buralarda boyacılık yaparım hep, burada karşılaşırız mutlaka. Sen canını sıkma, ben seni gelir bulurum." Orhan misafirini uğurlamak için köprünün altına kadar geldi, sonra ona sıkıca sarıldı. "İlk başta bana kızdın ama şimdi affettin değil mi" Abdullah yok dercesine başını yukarı kaldırdı, "Yok abi affettim, kesene bereket bir güzel de doydum."

Abdullah bir çırpıda köprünün başına geldi, ikişer ikişer merdivenleri çıktı. Arkaya dönüp uzunca el salladı, ondan sonra gözden yitip gitti. Orhan biraz bekledikten sonra tekrar sahile döndü, Abdullah ile konuştuğu sırada kitabını sahilde unuttuğunu farketti. Geriye döndüğünde kitap olduğu yerde duruyordu, kimse dokunmamıştı. Oturur oturmaz rastgele bir sayfa açtı. İnce Memed adaşı bir köylü çocuk ile karşılaşıyordu;

"Sizin böyle ne güzel Allahınız var, bizim Allah bize hiç böyle yiyecekler vermiyor. böyle bir Allahınız varsa hiç sırtınız yere gelmez. sizin Allahınız çok yaman.."