14 Şubat 2011 Pazartesi

Beyaz Boya

Bayraklı'nın sahili o gün ıpıssızdı. Hava gündüz olmasına rağmen karanlıktı, kışın en keskin soğuklarından biri yaşanıyordu. Etrafta bir tek insan yoktu. Martılar derin çığlıkları ile denizin üzerinde dört dönüyordu. Denizin üzerinde iki tane vapur, ve hareket etmeyen bir yük gemisi vardı.

Orhan, soğuğa aldırmaksızın sahilde oturuyordu. Görenin deli diyebileceği bir hali vardı. Üzerinde ne kalın bir giysi vardı ne de onu soğuktan koruyabilecek herhangi bir eşyası. Elindeki kitabın sayfalarını ağır ağır çeviriyordu, her sayfayı uzun uzun hazmederek okuyordu. "Bir İnce Memed ölür, bin İnce Memed gelir. Biz çokluk değil miyiz ya Hürü ana?" Orhan kafasını kaldırdı, kendini torosların yarpuz kokulu koyaklarındaymış gibi  hissetti.  Toros Dağları'nın o yalçın kayalıkları, keskin uçurumlar, bir anda önünde beliriverdi. Yüzüne bir tebessüm yayıldı, derin derin nefes aldı. "Kırlangıç yapar yuvayı/ Çamur sıvayı sıvayı/ Bana İnce Memed derler/ Zalım beylerden dolayı.." Yaşar Kemal oldu bu sefer, kağıda döktü tüm coşkusunu.

- Boyayım mı abi?

Gerçek dünyaya döndü Orhan. Önünde kara kuru bir çocuk, elinde boyacı teknesiyle belirmişti. Çocuğun üzerinde el örgüsü kırmızı bir kazak, üzerinde ceketten bozma bir giysi, altında da yırtık bir pantolon vardı. Eldivenleri eklem yerlerinden kesilmişti, parmakları dışarıdaydı. "Tamam, boya bakalım." dedi Orhan. Çocuk hemen ayakkabılara yöneldiğinde Orhan birden havanın buz gibi oluşunu farketti. " Dur ayakkabıları çıkarma, vazgeçtim." Çocuk Orhan'a baktı, biraz kızgın, sinirlice. "Tamam bozulma ufaklık, boya parasını veririm sana. Gel otur şöyle bakalım, ne arıyorsun burada bu soğukta? "Çocuk bir an tereddüt etti, sonra boya teknesini kaptığı gibi yürümeye başladı. Orhan beklemediği bu hareket karşısında ikircikte kaldı, sonra çocuğun peşinden koştu."Dursana yahu nereye gidiyorsun?" Çocuk ses çıkarmıyordu, hızlı hızlı yürüyordu. Orhan çocuğun kolundan tuttu, kendine çevirdi. "Neden çekip gittin, sana parasını verecektim dedim ya?" Çocuk tekrar öfkeyle baktı Orhan'a.

 - Ayakkabını boyatmadın, para filan istemiyorum senden!

Orhan gülümsedi, bu gururlu çocuk onu biraz kendine getirdi. "Yahu tamam, seni kırdıysam kusuruma bakma. Hadi gel biraz sohbet edelim, hem sana bir tost ısmarlayayım şu köprünün karşısındaki büfeden." Çocuk sesini çıkarmıyordu ama eskisi gibi de surat asmıyordu. "Bak ben şimdi karşıdan tost alacağım sen beni burada bekle, ama hiç bir yere gitme olur mu? Bu arada adın ne senin, daha tanışmadık bile. Benim adım Orhan, senin?" Çocuk hiç beklemeden cevapladı; "Abdullah."

Orhan, Altınyol'un o hızlı trafiğinin üstünden, köprüden geçti, karşıdaki otobüs durağının arkasındaki büfeden iki tane tost aldı. Tekrar geri döndüğünde Abdullah onu bekliyordu. Abdullah'ın gitmediğini görünce sevindi. "Abdullah gel şöyle sahile geçelim ha, üşüyorsan başka bir yere gidelim, ne dersin?" Abdullah göğsünü dışarıya çıkararak konuştu; "Yok abi ne üşümesi kocaman adamım ben!" Sahile döndüklerinde değişen hiç bir şey olmadığını farketti Orhan. Martılar yine denizin üstünde dört dönüyor, vapurlar yine seferlerini yapıyordu. "Abdullah, şu karşıdaki vapur sence Bostanlı'ya mı gidiyor Karşıyaka'ya mı?" Abdullah bu soruya gülerek cevap verdi; "Bence Karşıyaka. Neden dersen ağzına kadar insan dolu baksana. Şimdi onlar vapurdan inip çarşıya hücum edecekler, çarşı yine ana baba günü olacak. Biliyorum ben." Orhan şaşırdı, bir soru daha sordu Abdullah'a;

 - Sen daha başka neleri biliyorsun Abdullah?
 - Mesela şu sol tarafta Melez Delta'sı var, orada piknik yapıyorlar. Bunu da bilirim.
 - Peki sen nerelisin Abdullah?
 - Mardin'liyim, Göllü Köyü'ndenim.
 - Ne zaman geldin İzmir'e?
 - Yedi yaşında geldim abi.
 - Nerde oturuyorsun? Hem neden geldiniz Mardin'den buraya?
 - Bak şu yukarı taraflarda oturuyoruz abi. Yamanlar Cemevi'nin hemen çaprazındaki ev bizimkisi. Yolun hemen sağ tarafında, beyaz ev. Tarla verimsizleşti, biz de buralara göç ettik.

Orhan şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemedi. Sorulara bir süre ara verdi. Bu sırada Abdullah tostu bitirmişti, Orhan'ın tostuna bakıyordu. Orhan bunu farkedince elindeki tostu ona uzattı, Abdullah da heyecanla elini uzattı ve bir dakika içinde onu da bitirdi. "Kesene bereket abi." Orhan Abdullah'ın başını okşadı. "Afiyet olsun Abdullah, doymadıysan bir tane daha alayım. Abdullah başını yukarı kaldırarak hayır işareti yaparak istemediğini söyledi. Orhan'ın içine bir kurt düşmüştü, Abdullah hakkında bilgi edinmek istiyordu. Fakat çocuğun üzerine fazla gitmemek için çekiniyordu. En sonunda dayanamadı, sordu;

 - Abdullah, kaç kardeşsiniz, nasıl geçiniyorsunuz?

 - Bir kardeşim var abi altı yaşında, benden on yaş küçük. Babamı kardeşimin doğumunda gördüm bir tek, Almanya'da yaşıyor. Anam şu Bayraklı'nın arka tarafındaki atölyelerden birinde çalışıyor, kardeşime o gelene kadar komşular bakıyor. Ben de boyacılık yapıyorum, az çok biraz kazanıyorum.

 - Peki köyünüz nasıldı, o göç ettiğiniz günü hatırlıyor musun?

 - Hatırlamam mı abi, hiç unutur muyum. Ben o zaman yedi yaşındaydım. Karşımızda Abdülaziz Dağı vardı, evin çatısından orayı izlerdim hep. Kapıda benim Kara Aslan'ım yatardı. Çoban köpeğiydi, bizim evimizi bekliyordu abi. Çok severdim onu, biz gittikten sonra tek başına kaldı köyde. Tarlamız vardı, çoraktı. Üç tane ineğimiz vardı,  başka da bir şeyimiz yoktu. Babam da artık para göndermiyordu bize. Anamın canına tak etti, bir gün tası tarağı topladı gidiyoruz dedi. İnekleri köyün muhtarına sattı, ne var ne yok topladı, komşunun  katırının üstüne yükledi. Bizi köyün dışına kadar geçirdi Kara Aslan. Benim yanımda yürüdü yol boyunca. Çok ağladım ondan ayrıldığıma, anam teselli etti, sana gittiğimiz yerde alırız dedi. Tabi o zamanlar küçüğüm, inandım buna. Yine de içim kötü olmuştu köyden ayrılırken. Tam köyden çıkarken Abdülaziz dağına baktım. Biz dağın eteklerinden çiçek toplardık, aklıma o düştü. "Ana ne olacak o çiçeklere?" dedim, anam gözü yaşlı "Başka zaman tekrar çıkarlar" dedi. Uzunca yürüdük, geceyi yan köyde misafir olarak geçirdik. Ertesi gün garaja gittik, anamın burada Yamanlar'da bir halasının kızı var, onun yanına geldik. İlk başlar zor oldu tabi, sonra yavaş yavaş alıştık. Bir süre aynı evde oturduk, sonra anam bir iş bulunca kiraya geçtik. Ben de Yamanlar'a alıştım, buradaki çocuklarla beraber boyaya, peçete satmaya çıktım. O günden beri buradayız işte abi.

Orhan Abdullah'ı sakince dinledi, bir tek kelimesini bile kaçırmamıştı söylediklerinin. Uzun uzun düşündü, ne diyeceğini bilemedi. Onun bu halini gören Abdullah babacan bir tavırla Orhan'ın sırtına vurdu; "Noldu abi üzüldün mü yav? O kadar kötü değil durumumuz, bak çalışıp gül gibi geçiniyoruz. Asma suratını iki dakika konuştuk diye." Orhan zorla olsa da gülümsedi, Abdullah'a sarıldı.


"Abi sana bak ne diyeceğim, bak bu Bayraklı'nın denizi gibisi yoktur ha. İlk buraya geldim, sabahtan akşama kadar denize baktım durdum. O kadar çok baktım ki, artık midem ağzıma geldi, kendimi denizin üstünde bir çöp gibi hissettim. İnan abi çok kötü oldum, hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Hele ilk vapura binişim, anam izin gününde bizi Karşıyaka'ya götürmüştü, oradan da Konak'a geçtin vapurla. Abi çok korktum vapur sallanınca, kimseye söyleme ama hıçkıra hıçkıra ağladım. Hem de çocuk değildim ha, dokuz yaşındaydım. Bak kimseye söylemek yok ha, sana güvendiğim için söyledim. Bak yemin et söylemeyeceğine ha?"

Orhan söz verdi, "söylemeyeceğim Abdullah söz" dedi.

Abdullah oturduğu yerden yavaş yavaş doğruldu. "Abi ben gideyim artık, hava kararıyor." Orhan bu yeni arkadaşının aniden kalkıp gitmesine itiraz edecekti fakat hava kararmaya yüz tutmuştu, kara bulutlar Bayraklı'nın üzerine doluşmuştu. "Tamam Abdullah tamam da, ben seninle tekrar görüşmek istiyorum, nasıl yapacağız bunu?" Abdullah sırıttı, "Abi ben buralarda boyacılık yaparım hep, burada karşılaşırız mutlaka. Sen canını sıkma, ben seni gelir bulurum." Orhan misafirini uğurlamak için köprünün altına kadar geldi, sonra ona sıkıca sarıldı. "İlk başta bana kızdın ama şimdi affettin değil mi" Abdullah yok dercesine başını yukarı kaldırdı, "Yok abi affettim, kesene bereket bir güzel de doydum."

Abdullah bir çırpıda köprünün başına geldi, ikişer ikişer merdivenleri çıktı. Arkaya dönüp uzunca el salladı, ondan sonra gözden yitip gitti. Orhan biraz bekledikten sonra tekrar sahile döndü, Abdullah ile konuştuğu sırada kitabını sahilde unuttuğunu farketti. Geriye döndüğünde kitap olduğu yerde duruyordu, kimse dokunmamıştı. Oturur oturmaz rastgele bir sayfa açtı. İnce Memed adaşı bir köylü çocuk ile karşılaşıyordu;

"Sizin böyle ne güzel Allahınız var, bizim Allah bize hiç böyle yiyecekler vermiyor. böyle bir Allahınız varsa hiç sırtınız yere gelmez. sizin Allahınız çok yaman.."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder