28 Temmuz 2011 Perşembe

Yeryüzüne "hüzün" düşünce



Bir sokağın başında duruyorum; önümde yarı karanlık ve uzun bir yol var. Sokak lambaları mesaisinden nefret eden bir işçi gibi bakıyor yeryüzüne. Çöp tenekesi ağzına kadar dolu, sokak kedileri bu çöplükten kendilerine bir pay çıkarma telaşında. O sokağı yürümek zorunda kalmanın verdiği mutsuzluk çöküyor üzerime. O uzun yola adımımı attığımda kenardaki çöp tenekesinin içinden bir anı fırlayıp yakama yapışacak gibi hissediyorum. Belki tatlı belki acı bir anı, ama her ikisinin de canımı acıtacağını biliyorum. Acı anılar canımızı acıtır, çünkü yaptığımız hataların bedelini ödediğimiz -ve hala ödemekte olduğumuz- günler aklımıza gelir. Belki de biz hata yapmamışızdır, fakat işin zulmünü yine bize ödetmişlerdir. Ne farkeder? ikisinin de ağır ve derin bir acı bıraktığı gerçeği ortadayken? Ya da tatlı, yani güzel bir anıdan söz edelim. O güzel, o büyülü anın ömrümüzden bir film şeridi gibi geçip gittiğini görmek insanı hüzne gark etmez mi? Yaşadık ve bitti, o güzel anı aklımıza düştüğünde sadece bir tebessüm olarak yayılıyor suratımıza. bitmemesini istediğimiz her güzel şey gibi bitiyor, tıpkı o tebessüm gibi. Tebessüm ediyoruz, yüz hatlarımız geriliyor. Sonra o tebessümün izi yavaş yavaş siliniyor yüz hatlarımızdan. Ve bir an geliyor, neden tebessüm ettiğimizi bile bilmeden eski halimize geri dönüyoruz. daha da beter bir hale, "güleriz acınacak halimize" sözünü hatırlıyoruz. Yani acı ve güzel ne yaşadıysak yaşayalım onlar mutlaka kalbimizi acıtıyor, çünkü hayat bir dakika bile durmuyor, sürekli dönüyor ve akıyor..
 

Sokak kedileri mesela; bana tükenmiş birinin son arayışlarını hatırlatıyor. Tepeden tırnağa umutsuzluğa ve hüzne gark olmuş birinin maziyi deşmesi gibi bir şey. İyi ve güzel olan ne varsa seçip çıkarmak, kendi bunalımını hafifletmek ve avunacak bir şeyler bulmak. İnsanoğlu gibi hani. En üzüldüğümüz anda bile aklımıza güzel şeyler getirmeye çalışırız ya, o hesap. Bulduğumuz en değerli anımızı coşkuyla karşılarız, yürekten bir kahkaha atarız, daha da coşarsak gözyaşları içinde bakarız elimizdeki o "nadide" anıya. Sonra bu geçmişin en güzel anısı içimizi acıtmaya başlar, travmatik bir biçimde kendi içimize döneriz, ayna karşısına geçer ve dibe vuruşumuzun vücudumuzda yarattığı fiziksel anormalliklerini inceleriz. Bunlar her insanın fizyolojisine göre değişir elbette, fakat genel olanı şunlardır; bitmek tükenmek bilmeyen gözyaşlarının göz torbalarımızda oluşturduğu o şişkinlik, mutsuzluğumuzun biricik yoldaşı alkolün göbeğimizde oluşturduğu o derin kümbet çukuru. Bunlar değişmez, değişemez. 

Bakmayın böyle "çok iyi içerim" pozları kestiğime, iki bira ile beni tavlamanız mümkün. Ama her defasında biranın beynimde yarattığı o inanılmaz etkiyi arar dururum. Böyle aynaya baktığımda acınacak halime gülmeye çalışmam, her muhabbetin sonunda türeyen bir kahkaha efekti, ortada fol ve yumurta ikilisi yokken hem muhabbetten hem de dünyadan bi haber olan ve birden yanımda türeyen "boşver abi" adamları. bir de biranın bünyemde yarattığı "çişe gitme" eğilimini bir an önce dindirme arzum. insan bunları arıyor, özlüyor. 

Sokağın sonuna doğru yaklaştığımda sokak lambası mesaisini bitirmek üzere olan bir işçi gibi gülümsüyor bana doğru. Düşlerimizin ve hayal gücümüzün sınırları zorladığı o anda tek tesellimiz bu oluyor.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bir Komşu Profili; Fatma Teyze

Yaz günlerinin vazgeçilmez baksır(boxer) ve atlet ikilisini vücudumdan bir parçaymış gibi taşıdığım zamanlardı o zamanlar. Kollarının altı oldukça genişlemiş, rengi beyazdan çok griyi andıran bir atlet serisine sahiptim. Baksırım ise cıvıl cıvıl renkleri ve üzerindeki türlü çizgi film karakterleriyle atletin şaheserliğini gölgede bırakıyordu. Bir yerlere gitmek zorunda olduğum zaman dolabımda bulduğum herhangi bir altlığı -şort, eşofman, pantolon- giyer,  yumurta pişiren sıcakların pestil gibi erittiği asfalttan korunmak için özellikle anne terliğini seçerdim. Böyle bir adamdım işte ben. Anne terliklerini şık bir gece kostümünün parçası gibi özenle giyen, rengi kaçmış atletle sokağa fırlamaktan çekinmeyen biri.

Etrafımda dönen türlü muhabbetlerin ve gülüşmelerin olağanca sıkıntısına aldırmaksızın yürüyordum yolda. İş adamlarının şık takım elbiselerini nezaketle taşıması gibi dimdik, "koy bi tarafına rahvan gitsin" atasözünün kulaklarını çınlatırcasına rahat. Dünyanın kaçta kaçı beni seyrediyordu bilmem ama her geçişimde ısrarla gözlerini üzerime diken Fatma Teyze her zamanki gibi balkonda pis pis bana bakıyordu. Ve ben yine her zamanki gibi onun daha da gıcık olması için elimi atletime attım; alkolden ve çeşitli abur cuburlar sayesinde göbekten çok her şeye benzeyen, davul derisi gibi gerilmiş şişman et tabakasını kaşımaya başladım. Öyle sakin sakin de kaşımıyordum ha, sırf Fatma Teyze'nin bakışlarını daha da üzerime çekmek için atletimden dışarı taşıyordum göbeğimi. Kim bilir içinden ne geçiriyordu Fatma Teyze; "Eskiden böyle miydi mirim, adam dediğin tığ gibi gezerdi sokaklarda.." Eminim buna benzer bir şeyler söylüyordu fakat bu eski adamların tığ gibi olmalarına duyduğu özlemden çok kendi yaşlı bedenini geçmişe göndermeye yönelik bir girişime benziyordu. Olsundu. Sadece yılın belirli bir kısmında da olsa yaptığı aşurelerden ötürü  bu dedikoducu ve fellik fellik gözleriyle ucu bucağı deşen kadını sevebilirdim. O gözlere ve diline sırf o aşureleri için katlanabilirdim. "Fatma Teyze nasılsın?" dedim, tüm sataşma ve laf atma güdülerimi harekete geçirerek. İçinden "Mendeburun dölü bir de utanmadan selam veriyor" dediğine adım gibi emindim, fakat usta tiyatroculara taş çıkartan mimikleriyle "Sağol Tahsin oğlum sen nasılsın" dedi. Bu diyalog ağır bir savaş gösterisini andırıyordu; çünkü Fatma Teyze kozunu oynamıştı. Çocukluğumdan beri tanışıklığımız olduğu için benim "kısa pantolon"la gezdiğim günleri bile Fatma Teyze hiç sevmediğim, kullanmadığım ve alışık olmadığım ikinci adımla seslenmişti. Bunu daha önce de yapmıştı fakat bu kadar naif bir selama karşılık "ulan dünkü bok, koskoca Fatma ile baş edebileceğini mi sandın?" minvalindeki savaş hamlesi daha öncekilere kıyasla radikalce bir çıkış olmuştu. Böyle bir hamle beklemediğim için bir süre sessiz kaldım, daha sonra beynimi sıfırladım ve her şeye yeniden başlamak üzere cevap verdim; "İyiyim Fatma Teyze, hamdolsun." Aramızda yaklaşık 5-6 metre mesafe olmasına rağmen Fatma Teyze'nin içinden söylediklerini duyar gibiydim; "Allah'ın alkoliği bir de hamdolsun diyor. Sanki eve her akşam alkollü gelen o değil de benim!" Bu diyaloğun galibi kesinlikle benim. Çünkü sabah akşam balkon kenarında mahallede olup biteni dakikası dakikası takip eden, mahallede dönen dolaplar hakkında dedikodu yapmaktan çekinmeyen, eve gelen kız/ erkek arkadaşlarım hakkında salak salak yorumlar yapan bu kadını sinir etmek bile zafer sayılırdı. Pis pis sırıtıyordu Fatma Teyze. Ben ise gülümsüyordum. Kazanmanın verdiği o "hehehe noldu cicim" edasıyla hem de!

Bir dakika lan? Ömrünün sonlarına girmiş bir "komşu" kadın için bu kadar uzun yazı yazabildiğime göre sakın kaybetmiş olmayayım?